Ana içeriğe atla

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi.
Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben…
Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziyeti yapmasının sebebi, beni bu korku dolu hikâyelere alıştırıp hiçbir şeyden korkmayan bir insan haline gelmemi sağlamaktı. Ama onun istediği gibi olmadı. Her karanlıkta ışığın yokluğundan oluşan boşluğu anlattığı hikâyelerdeki uğursuz yaratıklardan birinin doldurduğunu hissediyordum. Kabuslarım hiç bitmiyordu. 15 yaşıma geldiğimde hiçbir sabaha temiz çarşafla uyanamamış olmanın ezikliğini taşıyordum. Babamdan başka arkadaşım olmamıştı hiç. Artık lise talebesi olmuş bir erkek çocuğunun bu durumu, sonunda babamın bir şeyleri yanlış yaptığını anlamasını sağlamıştı. Korku aşılayarak daha cesur bir insan elde edilemiyordu. Bu sefer kendini suçlu hissedip beni iyileştirmek için bütün yolları denemeye başladı. Yaşadığımız bölgedeki tüm ruh ve sinir hastalıkları uzmanlarına danıştı. Yıllar boyu korku aşılanmış bir insanın normal hale dönmesi kolay olmuyordu elbet. Huzurlu bir uyku, ancak 10 yıl süren psikolojik tedavi ve ilaç destekleri sayesinde ulaşabildiğim bir duyguydu. 30 yıl boyunca bu hediye için yatağıma yattığımda şükretmediğim bir gece bile olmadı… Bu geceye kadar…
Bütün bunları neden anlatıyorum bilmiyorum. Belki de insanın hayatının film şeridi gibi gözünün önünden geçmesi dedikleri şey budur. Biraz derin nefes alıp vermenin zamanı geldi sanırım. Her şeyi baştan düşünmeliyim. Her ayın 5’inde olduğu gibi doktorun muayenehanesinden çıktım, eczaneden ilaçlarımı aldım. Etrafta biraz oyalandıktan sonra 23:00 trenine yetişmek üzere tren garına geldim. Hiç kimseyle konuşmadan trene binip kompartımanıma geldim. Tren hareket etmeye başladığında kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Yaklaşık bir saat sonra ilk defa karşılaştığım yol arkadaşım olacak genç geldi, biraz muhabbet ettik ve yattım. Herşey olağan gözüküyor. Mutlaka yanılıyor olmalıyım. Cadı diye bir şey yoktur! Bu zihnimin bana oynadığı bir oyun olmalı.
Tanrım! Kompartımanın kapısından çıplak ayaklarıyla içeri doğru süzülüşü gözümün önünden gitmiyor. Teni hayatı çekilmişcesine bembeyaz, gözlerinin etrafı ise ışığı hiç tatmamışcasına karanlıktı. Dudaklarından sızan kan rengi kızıllık solgun yüzünde var olan tek renkti adeta. İçeride hareket ederken bembeyaz elbisesinin eteğinin yerde sürünürken çıkardığı sesler trenin ritmik melodisini bastırarak içime işliyordu. Yanıma yaklaştığında uyanık olduğumu anlamaması için gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Soğuk nefesini yüzümde hissedebiliyordum.Sahi cadılar nefes alıyor muydu?
Üzerimdeki battaniye çocukluğumdan gelen inançla vücudumda başımdan başka açıklık bırakmayacak şekilde örtülmüştü. Güvendeydim. Gözlerim de kapalı olduğuna göre uyumadığımı anlaması için ortada bir neden yoktu.
Artık nefesini hissetmediğimde sadece tek gözümü aralayıp bakacak cesareti topladım. Bu kaçamak bakışımla orada gördüğümü sandığım şeyin ortadan kaybolmasını diliyordum. Fakat olmadı. Korkum gördüğüm manzarayla daha da arttı. Cadı uçuyordu! Yattığım yerden omuzlarından aşağısını görebiliyordum sadece. Beyaz elbisesi kompartımanın penceresinden içeri sızan ay ışığında bütün vücut hatlarını belli ediyordu. Öylesine genç ve diriydi ki… Cadıların yüzlerce yıl boyunca içtikleri kanlar sayesinde genç kalabildiklerini anlatmıştı babam. Ben vücudunu hayranlıkla izlerken o yükselmeye devam ediyordu. Bulunduğum ranzanın üst bölmesinde yatan genç adam o an gelmişti aklıma. Tehlike benden uzaklaştığında cadının onunla beslenmek için yukarı yükseldiğini idrak edebilmiştim.
Fakat neden beni değil de onu seçmişti? Acaba yorganını örtmemiş miydi üstüne? Neler saçmalıyorum ben? Tabi ki daha genç ve daha iri olduğu için seçmişti onu. Acaba ona yardım etmeli miydim? Bu yaşlı halimle ne yapabilirdim ki? Zaten korkudan hiçbir yere kıpırdayamıyordum.
Ben kararımı verene kadar yukarıda bir hareketlilik yaşandığının farkına vardım. Genç adam o iri cüssesine rağmen ancak birkaç saniye mücadele edebilmişti. Hırıltılarını duyabiliyorum hala. Can çekişiyor olmalı. Kanının akışını sağlayabilmek için cadı onu mümkün olduğu kadar hayatta tutmalı. Ne korkunç bir ölüm!
Cadının uğultusu trenin şarkısına eşlik ediyor. Bu korkunç müzik eşliğinde bütün kaslarımın gevşediğini hissediyorum. Bacaklarımın arasından yayılan sıcaklığı durdurmamın imkanı yok. Sabah görevli gelip yatağın halini gördüğünde ne cevap vereceğim ben? Yine saçmalıyorum. Sabahleyin açıklamam gereken daha büyük sorunlarım olacak zaten. Boğazında diş izleri olan, bütün kanı çekilmiş bir ceset mesela… Muhtemelen bu uğursuz yaratık hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuş olacak. Anlatsam inanırlar mı acaba? Sanmam. Odada ceset dışındaki tek gerçek varlık benim. Öyleyse cinayet de benim üzerime kalacak. Psikolojik sorunlarla dolu geçmişi olan bir adam… Yataklı trende kendi bokunun içinde yüzerken bulunan bir deli! Tam da aranan nitelikte bir katil! Tabi sabaha sağ kalabilirsem. Bunu hiç düşünmemiştim! Ya bu yaratık doymazsa?
Tanrım! Çığlıklar… Acaba sadece ben mi duyabiliyorum cadının tüyler ürperten çığlıklarını. İçindeki kana susamışlığın dile gelişi olmalı bu çığlıklar. Genç komşumun artık hayatta olduğunu sanmıyorum. Cadıyı doyuracak kanının kaldığını da… Bundan sonra olacakları biliyorum. Lanetli yaratık üst ranzadan yavaşça aşağıya süzülecek, yaşlı adamın üzerine çökecek, şah damarının olduğu yerden ufak bir ısırık alacaktı. Zavallı adam bu küçük dokunuşu önceleri bir sinek ısırığı gibi hissedecek, acı ve uyuşukluk ağır ağır damarlarından geçerek tüm vucudunu sararken hayatının elinden gittiği her saniyeyi bir yıl gibi yaşayacaktı. Babam olsa aynen bu şekilde anlatırdı.
Sol kolumun ağrıdığını hissediyorum. Sanki bıçak saplanıyor gibi… Cadının büyüsü olabilir mi? Sanmam, doktor sol kol ağrısına dikkat et demişti. İlacımı almam lazım. Hayır! Battaniyenin altı güvenli bölge… Burayı terk edemem!
Sabahın ilk ışıkları pencereden hissedilirken yataklı vagonlardan birinde genç bir çift arasında ilginç bir dialog yaşanıyordu.
“Beni yanlış tanımanı istemem. İnan ilk kez trende tanıştığım bir yabancıyla böyle şeyler yaşıyorum.” diyordu genç kız, yanında küçücük yatağa sığmakta zorlandığı adamın çıplak bedenine sokulurken.
“Gerçekten mi?” şaşkınlıktan ziyade alaycılık vardı adamın sesinde.
“Evet! Sanırım sana aşık oldum. Başka türlü yaşadıklarımıza bir anlam veremiyorum.”
“Bütün treni ayağa kaldırdın, hala namuslu ayağındasın kızım!”
“Ne diyosun sen be!”
“Defol git! Yoksa atarım ranzadan aşağı!”
“Akşam yemekli vagonda böyle demiyordun ama!”
“Hadi güzelim, hadi güle güle…” kızı zorla ranzadan aşağı indirip kapıdan çıkardıktan sonra alt bölmede gözleri kocaman açılmış, hareketsiz yatan yaşlı adamı fark ettiğinde utançla yüzü kızardı. “Amca, kusurumuza bakma. Seni de uyutmadık heralde. Sen de genç olmuşsundur. Anlarsın halimizi… Amca?”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme