Kayalıkların
etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında
bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta
boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler
de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken
bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş
sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri
gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa
da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye
diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde
herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü
oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar köylü onlardan haber alamadı. Sonrasında babasından kalan köydeki eve taşındıklarında olan biteni öğrenmişlerdi. Hüdai
17 yaşına geldiğinde kadıncağız da Hakk'ın rahmetine kavuşmuş, herşeyini ona bırakıp bu
dünyadan göçüp gitmişti. Bu olaylar, Hüdai’nin kasabada uğursuz diye anılmasına
sebep olmuş, insanlar ister istemez, bu genç adama, bir garip bakar olmuştu. Hüdai de kasabadan
uzaklaşmak üzere orduya katılmaya karar vermişti. Orduya katıldığı sene Sultan
İzzeddin Keykavus’un ölmesi elbette ki Yaradan’ın tecellisiydi fakat halk bunu
böyle yorumlamayacaktı. Çıktığı seferlerde başına gelen olaylardan sonra
kendisi de iyiden iyiye durumun kendisinden kaynaklı bir uğursuzluk olduğuna
inanmış, 2 yılın sonunda orduyu bırakıp bu uğursuzluğun çözümünü aramaya
koyulmuştu. 7 yıl süren yolculuğunda büyücüler, şamanlar, falcılarla tanışmış
bir takım bulgulara erişmişti fakat kimseye de bu hususta bir kelam etmemişti.
Geçen yıl köye geldiğinden beri de babasından kalma yıkık dökük evde tek başına
yaşıyordu.
Kayalıklara
geldikleri anda garip bir şeyler olduğunu hissetmiş, önce karanlıkta etrafı biraz araştırmak istemişti. Şimdiyse eşeğinin heybesinden garip bir alet çıkarmış Kadı
efendinin meraklı bakışları arasında çakmak taşlarıyla bu aleti tutuşturmaya
çalışıyordu. Sonunda yakmayı başardığında etrafı dolunay gibi aydınlatmıştı.
-“O aleti
nerden buldun?” diye sordu Kara kadı hayretle.
-“Üç yıl evvel
tanıştığım Cizreli, ihtiyar bir dostum verdi. Daha bu ne ki hareket edip zamanı
haber veren fillerden bir saat yapmıştı.”
-“Daha neler
göreceğiz bakalım. Eee? Ne diyorsun?”
-“Küçük bir
çocuğun izleri var onlar şu kayanın arkasına kadar devam ediyor. Gabrielin
izleri de burda fakat birlikte gelmemişler izler birbirinden bağımsız.
Gabrielin izleri burdan geri dönüyor zaten yığıldığı yer de belli. Biraz kan da
var başı bu tarafa gelmiş. Fakat başka birine ait bir iz yok.”
-“O zaman Gabriel
doğru söylemiş. Bu işte başka bir iş var Kayıkçı. Çocuğun izlerini takip
edelim.”
Bir süre
yürüdükten sonra izlerin bittiği yere geldiler. Kayıkçı elindeki garip aletle
etrafa bakıyor bir iz bulmaya çalışıyordu.
-“Çocuğun
izleri burda bitiyor. Ayak izlerinden biri yarım. Bir adım ilerisinde toprakta
dairesel bir iz var. Birşeyler burdan aşağı çekilmiş.”
-“Çocuk mu?”
-“İhtimal...”
Kayıkçının
garip aletinin sağladığı ışıkla bütün taşları, çalıları, ağaçları kontrol
ettiler. Fakat hiçbir şey bulamadılar. Mansur Bey’in sesini duyana kadar
aramayı bırakmadılar.
-“Heeey!
Oradakiler! Çocuk! Çocuğu tutun!”
Kayanın
arkasına doğru ağır adımlarla yürüyen çocuğu farkettiler. Marangoz İsak’ın oğlu Aleks sanki
hiç uykusundan uyanmamış gibi gözleri kapalı halde yürüyordu. Fakat etrafta
hortlağa dair bir iz yoktu. Molla İbrahim, görenleri hayrete düşürecek bir
hareketle, dev cüssesine rağmen, yerinden ok gibi fırladı. Çocuğu kaptığı gibi
kayalardan uzaklaşmaya yeltendi. Kara kadı, kucağında Aleks olduğu halde yerden
kalkmaya çalışıyor bir türlü beceremiyordu. Bir yandan ayağındaki yanma hissi,
diğer yanda kucağında çırpınan çocuk. Koca adamın yere kapaklandığı sıra,
Subaşı'yla askeri de oraya varmıştı. Bu sırada Kayıkçı Hüdai eşeğine doğru
gitmiş, heybesini karıştırıyordu. Mansur Bey, Hüdai’ye doğru bağırdı.
-“Söndür şu
zıkkımı. Burada o! Işıkta gözükmüyor namussuz!”
Bir hamlesiyle
aletin yaydığı ışık söndü. Gece bir an karanlığa kesildi. Sonra ikinci bir ışık
kaynağı gibi hortlak gözüktü. Aynen Gabriel’in tarif ettiği gibi bembeyaz bir
duman içinde, 15 yaşlarında bir erkek çocuğuydu bu. Kara kadıyı ayak bileğinden
yakalamış, acıdan kıvrandırıyordu. İki asker hortlağa doğru kılıçlarını
sallıyor, fakat kılıçlar orada hiçbirşey yokmuş gibi içinden geçip gidiyordu.
Molla İbrahim son bir gayretle acı içerisinde Ayet-el Kürsi okumaya başladı.
Çocuk bedenindeki hortlağın yüzü değişmeye başlayınca askerler de kılıcı bırakıp
duaya sığındılar. Kadı’nın kucağındaki çocuğun çırpınmaları da artık
zaptedilemez olmuştu. Heybesinde aradığını bulan Hüdai avucundaki tozu hortlağa
doğru üflediğinde tamamen ortadan yok olmuştu.
Yaşadıklarına
hiçbirinin inanası gelmiyordu. Üç adam kadı efendiyi sırtlayıp, atına
yüklediler. Çocuğu da Subaşı yanına aldı. Kasabaya doğru yol almaya başladılar.
Subaşının korkusu gözlerinden anlaşılıyordu. Bugüne dek bir çok savaşa
girmişti. Fakat böyle birşeyle ilk kez karşılaşıyordu. Yüzünü çevirmeden sordu
Hüdai’ye:
-“O şey...
Hortlak... Gitti mi tamamen? Kurtulduk mu?” alacağı cevaptan korkarak sormuştu bu
soruyu.
-“Daha değil.
Onu buraya bağlayan birşeyler var. O’na ait bir eşya. Onu bulmam lazım.”
-“Ben
onun ne olduğunu biliyorum.”
Yorumlar
Yorum Gönder