Ana içeriğe atla

Bölüm-3


Kayalıkların etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar köylü onlardan haber alamadı. Sonrasında babasından kalan köydeki eve taşındıklarında olan biteni öğrenmişlerdi. Hüdai 17 yaşına geldiğinde kadıncağız da Hakk'ın rahmetine kavuşmuş, herşeyini ona bırakıp bu dünyadan göçüp gitmişti. Bu olaylar, Hüdai’nin kasabada uğursuz diye anılmasına sebep olmuş, insanlar ister istemez, bu genç adama, bir garip bakar olmuştu. Hüdai de kasabadan uzaklaşmak üzere orduya katılmaya karar vermişti. Orduya katıldığı sene Sultan İzzeddin Keykavus’un ölmesi elbette ki Yaradan’ın tecellisiydi fakat halk bunu böyle yorumlamayacaktı. Çıktığı seferlerde başına gelen olaylardan sonra kendisi de iyiden iyiye durumun kendisinden kaynaklı bir uğursuzluk olduğuna inanmış, 2 yılın sonunda orduyu bırakıp bu uğursuzluğun çözümünü aramaya koyulmuştu. 7 yıl süren yolculuğunda büyücüler, şamanlar, falcılarla tanışmış bir takım bulgulara erişmişti fakat kimseye de bu hususta bir kelam etmemişti. Geçen yıl köye geldiğinden beri de babasından kalma yıkık dökük evde tek başına yaşıyordu.
Kayalıklara geldikleri anda garip bir şeyler olduğunu hissetmiş, önce karanlıkta etrafı biraz araştırmak istemişti. Şimdiyse eşeğinin heybesinden garip bir alet çıkarmış Kadı efendinin meraklı bakışları arasında çakmak taşlarıyla bu aleti tutuşturmaya çalışıyordu. Sonunda yakmayı başardığında etrafı dolunay gibi aydınlatmıştı.
-“O aleti nerden buldun?” diye sordu Kara kadı hayretle.
-“Üç yıl evvel tanıştığım Cizreli, ihtiyar bir dostum verdi. Daha bu ne ki hareket edip zamanı haber veren fillerden bir saat yapmıştı.”
-“Daha neler göreceğiz bakalım. Eee? Ne diyorsun?”
-“Küçük bir çocuğun izleri var onlar şu kayanın arkasına kadar devam ediyor. Gabrielin izleri de burda fakat birlikte gelmemişler izler birbirinden bağımsız. Gabrielin izleri burdan geri dönüyor zaten yığıldığı yer de belli. Biraz kan da var başı bu tarafa gelmiş. Fakat başka birine ait bir iz yok.”
-“O zaman Gabriel doğru söylemiş. Bu işte başka bir iş var Kayıkçı. Çocuğun izlerini takip edelim.”
Bir süre yürüdükten sonra izlerin bittiği yere geldiler. Kayıkçı elindeki garip aletle etrafa bakıyor bir iz bulmaya çalışıyordu.
-“Çocuğun izleri burda bitiyor. Ayak izlerinden biri yarım. Bir adım ilerisinde toprakta dairesel bir iz var. Birşeyler burdan aşağı çekilmiş.”
-“Çocuk mu?”
-“İhtimal...”
Kayıkçının garip aletinin sağladığı ışıkla bütün taşları, çalıları, ağaçları kontrol ettiler. Fakat hiçbir şey bulamadılar. Mansur Bey’in sesini duyana kadar aramayı bırakmadılar.
-“Heeey! Oradakiler! Çocuk! Çocuğu tutun!”
Kayanın arkasına doğru ağır adımlarla yürüyen çocuğu farkettiler. Marangoz İsak’ın oğlu Aleks sanki hiç uykusundan uyanmamış gibi gözleri kapalı halde yürüyordu. Fakat etrafta hortlağa dair bir iz yoktu. Molla İbrahim, görenleri hayrete düşürecek bir hareketle, dev cüssesine rağmen, yerinden ok gibi fırladı. Çocuğu kaptığı gibi kayalardan uzaklaşmaya yeltendi. Kara kadı, kucağında Aleks olduğu halde yerden kalkmaya çalışıyor bir türlü beceremiyordu. Bir yandan ayağındaki yanma hissi, diğer yanda kucağında çırpınan çocuk. Koca adamın yere kapaklandığı sıra, Subaşı'yla askeri de oraya varmıştı. Bu sırada Kayıkçı Hüdai eşeğine doğru gitmiş, heybesini karıştırıyordu. Mansur Bey, Hüdai’ye doğru bağırdı.
-“Söndür şu zıkkımı. Burada o! Işıkta gözükmüyor namussuz!”
Bir hamlesiyle aletin yaydığı ışık söndü. Gece bir an karanlığa kesildi. Sonra ikinci bir ışık kaynağı gibi hortlak gözüktü. Aynen Gabriel’in tarif ettiği gibi bembeyaz bir duman içinde, 15 yaşlarında bir erkek çocuğuydu bu. Kara kadıyı ayak bileğinden yakalamış, acıdan kıvrandırıyordu. İki asker hortlağa doğru kılıçlarını sallıyor, fakat kılıçlar orada hiçbirşey yokmuş gibi içinden geçip gidiyordu. Molla İbrahim son bir gayretle acı içerisinde Ayet-el Kürsi okumaya başladı. Çocuk bedenindeki hortlağın yüzü değişmeye başlayınca askerler de kılıcı bırakıp duaya sığındılar. Kadı’nın kucağındaki çocuğun çırpınmaları da artık zaptedilemez olmuştu. Heybesinde aradığını bulan Hüdai avucundaki tozu hortlağa doğru üflediğinde tamamen ortadan yok olmuştu.
Yaşadıklarına hiçbirinin inanası gelmiyordu. Üç adam kadı efendiyi sırtlayıp, atına yüklediler. Çocuğu da Subaşı yanına aldı. Kasabaya doğru yol almaya başladılar. Subaşının korkusu gözlerinden anlaşılıyordu. Bugüne dek bir çok savaşa girmişti. Fakat böyle birşeyle ilk kez karşılaşıyordu. Yüzünü çevirmeden sordu Hüdai’ye:
-“O şey... Hortlak... Gitti mi tamamen? Kurtulduk mu?” alacağı cevaptan korkarak sormuştu bu soruyu.
-“Daha değil. Onu buraya bağlayan birşeyler var. O’na ait bir eşya. Onu bulmam lazım.”
            -“Ben onun ne olduğunu biliyorum.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy