Tek göz hücrede
tek başına oturan Gabriel iki eliyle boynundaki haçı sıkı sıkı kavramış. Göz
kapaklarını hiç açmak istemiyormuşcasına yummuş, dua ediyordu. Kapının açılış sesiyle gözlerini açtı. İçeri girenlerin subaşıyla kadı olduğunu görünce yere diz çöktü:
-“Ben yapmadım.
Tanrı şahidimdir ben yapmadım. Ama gördüm. Kim olduğunu biliyorum.”
-“Biliyorum
evladım senin yapmadığını biliyorum.” Molla İbrahim Gabriel’in başını
sıvazlıyor sakinleştirmeye çalışıyordu.
-“Kimi gördün?
Kim kaçırdı çocukları? Söyle!” Suçluyu olmasa da en azından bir şahit bulmanın
heyecanıyla atıldı Mansur Bey.
-“Nicholas!” Bu
ismi söylerken gözlerini açmıştı Gabriel. Uzaklardaki bir boşluğa bakarken
gözlerinde dehşet vardı.
-“Kimdir bu
Nicholas? Nereye götürür? Ne yapar bu çocukları?”
-“Bilmiyorum kayalarda kaybettim izlerini. Sanırım Kudüs’e götürüyor onları.”
-“Ne Kudüs’ü? Kudüs de nerden çıktı?”
-“Efendim izin
verin en başından anlatayım. Ben Frankfurt’lu bir ailenin 4 çocuğundan biri
olarak geldim dünyaya. Babam tüccardı, evin en küçüğü bendim. İki ablam....”
-“Herif
hakikaten en başından başladı. Oğlum senin hayat hikayeni dinleyecek vaktimiz
yok!”
-“Tamam
kızmayın. Bundan yaklaşık 18 sene evvelinde benim topraklarımda insanlar
müslümanlara karşı müthiş bir öfkeyle doluydu. Bütün kiliseler kutsal toprakları dinsizlerden, şey yani, müslümanlardan kurtarmak gerekliliğine dair vaazlar veriyordu. Bütün halk artık kutsal topraklara gidip
Kudüsü geri almaktan bahsediyordu. Sonra günlerden bir gün bir olay oldu. Benim
yaşlarımda bir oğlan çocuğu bütün çocukları etrafına topladı, ve konuşmaya
başladı. Adının Nicholas olduğunu söyledi. Çocuk büyüklerin yapamadığı şeyi
bizim başarabileceğimizi ve kutsal topraklara gidebileceğimizi söylüyordu.
Hepimiz coşkuyla kabul ettik. O kadar etkilenmiştik ki...”
-“Eee?!” Bu
hikaye subaşının iyice canını sıkmaya başlamıştı.
-“Bir ay
içerisinde yola çıktık. Yaklaşık 7000 kişi olduğumuz söyleniyordu. O zamanki
Papa III. Innocentius bizim bu hareketimizi Haçlı seferine katılmayan daha
yaşlıların değersizliğini tanrının kınamasının bir nişanesi olarak
yorumlamıştı.”
-“7000 kişi?
Vay anasına! Hepsi çocuk değil heralde?”
-“Hepsi çocuk.
Kutsal Roma İmparatorluğundan bu kadar az kişi toplandığımıza biraz buruktu
aslında içimiz. Fransa’dan yola çıkan 30000 çocuğu duyunca hele...”
-“30000 kişi de
Fransa’dan. Onlar da çocuk. Bunlar sokaktan mı topluyor çocuklarını nedir?”
-“Yolculuk
başladığında herşey güzeldi. Nicholas’la da çok iyi arkadaş olmuştuk.
Boynumdaki bu haç bana onun hediyesidir. Sonra yollarımız ayrıldı onunla.
Farklı gemilerde seyahate devam ettik. O zamana kadar da bir çok çocuk ayrılıp
evlerine geri döndü. Bizler dayandık fakat gün geçtikçe sayımız daha da
azalıyordu. Ben de buraya kadar dayanabildim. Tanrı Hristo’yu kollasın. Bana
evini açmasa kim bilir nerelerde olurdum.”
-“Bu çocukları
daha evvel duymuştum. 15 sene evvel davasında adamın biri hizmetkarının
altınlarını çaldığından şikayet ediyordu. Küçük yaşta bir frenk çocuğuydu.
Orada öğrendim bu çocukların vaziyetini. Bir kısmı da venedikli gemiciler
tarafından köle pazarlarında satılmış. Zaten ondan sonra ne zaman papa adam toplasa bir halt edemediler. Sonuncusunda da geçen sene Frederik caydığından yapamadılar.”
-“Demek ki bir
şekilde kurtulmuş da buralara kadar gelmiş bu Nicholas denen adam. Bu akşam
bizimle beraber nöbet tutacaksın. Bu nicholas denen adam ortaya çıktığında bize
göstereceksin. Biz de seni bırakıp onu öldüreceğiz.”
-“Anlamıyorsunuz
efendim! Aradığınız ben yaşlarda bir adam değil. 15 yaşında bir çocuk.
Nicholas’ın gemisi 18 yıl evvel Akdeniz’de battı. Bu gelen onun hortlağı!”
-“Hadi ordan! Sen aklını yitirmişsin!” Mansur Bey bu sözlere iyice hiddetlenmişti.
-“Tanrı
şahidimdir doğru söylüyorum efendim. İsa üzerine yemin ederim. Geçen gece küçük beyin
evin içinde dolaştığını duyup meraklandım. Odamdan çıkıp beyi buldum. Gözleri
kapalıydı fakat yürüyordu. Uyandırmaya çalıştım duymadı. O an bir şeyi takip
ettiğini farkettim. Beyaz duman gibi birşey. Tutayım engel olayım gitmesine
diyecek oldum. Beyaz duman şekillendi. O zaman gördüm O’nu. Nicholas’tı. Hiç
değişmemişti. Kafasını vücudundan tamamen arkaya çevirmiş bana bakıyordu.
Dehşet içinde olduğum yerde kalakaldım. Bir süre korkumdan hiçbir şey yapmadan arkalarından baktım. Fakat beyin
çok kızacağını düşünerek peşlerine düştüm. Kasabanın çıkışındaki kayalıklara
kadar izledim onları. Sonrasında başıma bir şey vurdu. Bayılmışım.”
-“Kes sesini!
Hala anlatıyor saçma sapan hortlak hikayelerini. Başına vurmuşlar yitirmişsin
işte aklını!”
-“Yemin ederim
doğru söylüyorum efendim. Yalvarırım inanın bana.” Gabriel ağlamaya başlamıştı.
O ana kadar
hikayeyi başından sonuna sessiz sessiz dinleyen Molla İbrahim ağır ağır
kara sakalını sıvazlayarak konuşmaya başladı.
-“Bu gece
kasabanın bütün çıkışlarında asker bekleyecek. Ben Hüdai’yi alıp dediğin
kayalıklara bir bakacağım.”
-“Koca Molla
İbrahim! İnanıyor musun şimdi bu hortlak hikayesine?”
-“Hortlak var
veya yok! 3 gün üstüste çocuklar kayboldu. Bu gece de farklı olmayacak.
Kasabanın içinde aramadığın yer kalmadı iki gündür. Demek ki Gabrel’in dediği
gibi kasabanın dışında bir yerlerde bu çocuklar. O kayalıklarda bir şeyler olmuş
besbelli.”
-“Dediğin
gibi olsun. Lakin bu gece bu adam benimle birlikte gelecek. Eğer kimse
kaybolmazsa yarın öldüreceğim bu herifi.”.........
Gece vakti
kasaba halkı çoktan uykuya dalmıştı. Bir kısım ise gönüllü olarak askerlerle
birlikte nöbet tutmaktaydı. Müslüman halktan da gönüllülere katılanlar olmuştu.
Herkes bu gece çocuklarıyla beraber aynı odada uyuyordu. Bir sonraki kaçırma
için bütün önlemler alınmıştı. Subaşı Mansur Bey yanında 2 adamı ve Gabriel
olduğu halde sokaklarda devriye geziyordu. Henüz olağandışı hiçbir şey
olmamıştı. Gerçi olacağına da inanmıyordu ya. Yine de sabah olana kadar
beklemek istiyordu.
-“Senin hortlak
arkadaş çıkmadı ortaya Gabriel. Belki bu gece oyun arkadaşı istemiyordur. Ama
dur bakalım zaten 3 çocuk kaçırmamış mıydı? Dörtlüyü kurduklarına göre belki
dört kişilik bir oyun oynuyorlardır, ne dersin?”
Gabriel korkusundan
yine haçını sıkı sıkıya kavramıştı. Ya Nicholas ortaya çıkacak bu sefer
kendisini öldürecekti yahut da ortaya çıkmayacak, suç üzerine kalacak, bu sefer
de subaşı asacaktı. Bütün bu düşünceleri geceyi yırtan bir sesle bölündü. Bir
çığlıkla evlerde mumların ışıkları yanmaya başladı. Devriyelerin hepsi o yöne
doğru koşturmaya başladı.
Sesin geldiği
yere vardıklarında gönüllü devriyelerden marangoz İsak’la karşılaştılar. Kasaba
çıkışına yakın evlerden birinin duvarına sinmiş dehşet dolu gözlerle bir
noktaya bakıyordu. Az ilerisinde onunla birlikte devriyeye çıkan müezzin
İsmail’i baygın halde buldular. Mansur Bey az evvelki neşesini kaybetmişti. Önce
İsmail’in hayatta olup olmadığını kontrol etti. Nefes alıyordu fakat sağ kolunu
tuttuğunda buz gibi soğuk ve kaskatı olduğunu farketti. Işığı tuttuğunda
dirsekten aşağısının mosmor olduğunu gördüler. Sonrasında devriyelere emirler
yağdırmaya başladı.
-“Ahmet! İsak
ustaya su getirin. İsmail’i evine taşıyın, hekime de haber verin. Mustafa! Bütün
hıristiyan evlerini tek tek kontrol edin, kayıp çocuk var mı öğrenmek istiyorum.
Rüstem, sen Gabriel’i de al, kayalıklara, Molla İbrahim’in yanına gidin. İsak
ustayla konuşup ben de sizin yanınıza geleceğim."
Yorumlar
Yorum Gönder