Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-11


YENİ KAPI
Herkes yavaş yavaş uyanmaya başladığında ateşin başında sadece bostancı ve Davut oturuyordu.  Bostancı gece boyu yerinden bir parmak olsun hareket etmemiş gibiydi. Diğerleri nöbetleşerek uyumaya devam etmiş, sıra Davut’a geldiğinde nihayet herkes için uyku faslı sona ermişti. Sabaha dek ateşi canlı tutabilmek için yanlarında getirdikleri yakacaklar yeterli olmamış, ateş iyice sönmeye yüz tutmuştu. Uyananlar hemen ısınmak için ateşin başına yaklaşıyorlardı. Bir kaç parça eşyalarını feda edip ateşi biraz olsun canlandırmayı başarmışlardı. Handan da dahil herkes geldiğinde kahvaltıya başladılar.
Artık içinde bulundukları tünellerin kasvetli havasına alışmış gibiydiler. Dünkü sessiz yemeğin aksine sofrada bir hareketlilik vardı. Dinlendikten sonra güçlerini toparlamış gibiydiler. Yavaş yavaş konuşmalar dönmeye başlamıştı. Yemek yendikten sonra Bedreddin yine haritaları ortaya çıkarmış hangi kapıdan gitmeleri gerektiğine karar vermeye uğraşıyordu. Bu noktada Hamza’nın da gözü takıldı haritalara.
“-Şimdi bey amca, biz neredeyiz?”
“-Şu üç çizginin birleştiği yerdeyiz işte.”
“-Yani İstanbul’un neresine denk geliyor orası sen onu söyle. Ben ne anlarım çizgiden?”
“-Yahu işte şuradan başladık Galata’dan Haliç’in altından geçtik. Şimdi de şuralarda bir yerlerdeyiz.”
“-Bildim bak buraları. Şu bitmeyen Caminin olduğu yerler buraları. Peki bu çizdiğin kırmızı çizgiler nedir?”
“-Onlar da cinayetlerin meydana geldiği yerler.”
“-Hep bu tarafta olmamış buraya göre karşıda da var. Bir tek şurada yok. Üsküdar mı orası?”
“-Oranın bekçisi var. Orada hiçbir şey olmaz!”
Bostancı tanıştıklarından beri ikinci cümlesini kurmuştu sonunda. Herkes şaşırmış ona bakıyordu. Orada olduğunu bile çoktan unutmuşlardı. Kendisi sanki cümleyi hiç kurmamış gibi yine o ifadesiz suratını takınmıştı. Bu cümlenin üzerinde çok durmadan Davut söze girdi.
“-Yatmadan evvel yapmış olduğum hesaplara göre kıble tarafındaki kapıdan devam etmeliyiz. Haritaya göre o kapı bizi Aya Sofya’ya doğru götürüyor. Aradığımız şeyi orada bulabileceğimizi düşünüyorum.”
“-Kapıları birlikte inceledik. Üzerindeki yazılarda olağan dışı bir işaret ya da kelime göremedim. Diğer kapı bizi Süleymaniye tarafına doğru götürecek. Oralarda diğer tarafa nazaran daha çok olay oluyor.”
“-Çelebi bu husustaki yeteneğini daha evvel ispat etmiştir. Fazla söze gerek yok kıble kapısından gidiyoruz. Yola çıkalım.”
Orakçı Osman’ın sözleri tartışmayı fazla uzamadan bitirmişti. Artık parlaklığını iyice kaybetmiş olan ateşi canlandırmaya ihtiyaç duymadan başından kalkıp eşyalarını toparlamaya başladılar. Herkes eşyasını toplayıp geldiğinde Davut kapıyı açmıştı bile. Hiç kimse hatta Davut bile kapının bu kadar kolay açılabileceğini düşünmemişti. Hemen yürüyüş düzenini alarak kapıdan geçip yolculuklarına devam ettiler.
Genişlik olarak ilk girdikleri tünelden çok da farklı değildi burası. Fakat bu yeni yolda tuğla tonoz belirli aralıklarla taş kemerlerle destekleniyordu. Her seferinde altı kemer geçtikten sonra kemere oturtulmuş demir bir kapıdan geçiyorlardı. Her şey o kadar aynı geliyordu ki gözlerine, aynı yerden defalarca geçtiklerine yemin edebilirlerdi. Dört demir kapıdan geçtikten sonra Hamza’nın telaşlı sesi duyuldu:
“-Eyvahlar olsun! Benim horasani yok ortada.”
“-Kayıp mı ettin koca kılıncı?”
“-Aceleyle toparlanınca uyuduğumuz yerde bıraktım sanırsam beyim. Tabi karanlık da olunca...”
“-Boş ver şimdi horasaniyi. Yolumuza devam edelim.”
“-Siz devam edin yavaş yavaş beyim. Ben bir koşu alır gelirim. Zaten bir tek yol var kaybolacak değilim ya?”
Hamza gruptan ayrılıp hızlı hızlı ters yönde hareketlenip demir kapıdan geçerken diğerleri yollarına devam ettiler. Yavaş yavaş ilerleyen yedi kişi ikinci kemere varmadan karşıdan gelen ayak sesleriyle durdular. Farelerin bile gitmeye cesaret edemediği bu derinlikte bu ayak sesleri hayra alamet değildi. İsrafil elindeki gaz lambasını söndürdü. Osman, derhal yatağanlarını çekip ekibin en önüne İsrafil’le birlikte geçti. Bostancı da onların yanında yerini almıştı. Davut, zembereği kurmuş kendilerine doğru gelmekte olan ışığı hedef almıştı. Diğerleri duvar diplerine sığınmışlardı. Karşıdan gelen ışık gittikçe kendilerine doğru yaklaşıyordu. Saldırıya hazır bekleyenler ışığın yeterince yaklaştığında ileri doğru hamle yaptılar.
Karanlık tüneldeki tek ışık kaynağı karşıdan yaklaşmakta olan ayak seslerinin sahibine ait olan ateşti. Üç kişi hedeflerinin üzerine atıldığında meşalenin aydınlattığı yüzü görmüş ve şaşkınlıktan dona kalmışlardı. Bu az evvel konaklama yerine giden Hamza’dan başkası değildi. Osman’ın yatağanı yerde sırt üstü yatan Hamza’nın boğazına dayalı, Hamza’nın eli ise onun boğazını kavramış halde hareketsiz kalmışlardı. Karanlık duvarların dibine sinmiş olan üç kişi, kalabalığın toplandığı yere geldiler. Bedreddin gaz lambasını yeniden yakmış, olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu.
“-Senin burada ne işin var?”
“-Benim horasaniyi almaya gidiyorum. Asıl sizin burada ne işiniz var?”
“-Hala horasani diyor. Sen geriye gitmedin mi ileriden nasıl geldin?”
“-Yahu asıl siz geriden geliyorsunuz. Ben sizi arkada bıraktım!”
“-Bu işte bir iş var. İsrafil gerideki kapıya git! Konakladığımız yere vardığında buraya geri gel.”
“-Zenci kardeş oraya kadar gitmişken benim horasaniyi de alıversen?”
İsrafil hiçbir şey söylemeden gerisin geriye yürüdü. Demir kapıdan geçinceye dek elindeki gaz lambasının ışığını takip etti geride kalanlar. Osman henüz Deli Hamza’nın tepesinden kalkmış değildi. Fakat Hamza elini çoktan çekmişti. Yerde sabırla ne olacağını bekliyordu. Herkesin kafası karışmıştı.
Biraz vakit geçtikten sonra tünelin ilerisinden bir ışık belirdi. Kendilerine doğru gittikçe yaklaşan bu ışığı görünce dikkat kesildiler. Işık iyice yaklaşıp arkasındaki yüz belli olduğunda şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Elinde gaz lambasıyla kendilerine doğru yaklaşmakta olan kişi İsrafil’den başkası değildi. Osman Hamza’nın boğazından yatağanı çekip ayağa kalkmıştı. Öteki de yattığı yerden doğrulunca kendilerine doğru gelen İsrafil’i fark etti. Şaşkınlıkları gittikçe dehşete dönüşüyordu. Cadıcı bu sefer farklı bir yol deneyip emin olmak istedi. İsrafil ile beraber gerideki kapının önüne dikildi. Diğerleri ise ilerideki kapıya doğru hareketlendiler. Korktukları başlarına gelmişti. Altı kişi ilerideki demir kapıdan geçtiklerinde karşılarında İsrafil ve Bedreddin’i bulmuşlardı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy