KUYU
İçinde
bulundukları durumu kavramaya çalışan yolcular, oldukları yerde oturdu. Hiç
kimsenin bilmediği bir yerde, adeta yerin yedi kat dibinde, diri diri
gömülmüşler, umutsuzca etraflarına bakıyor, birbirlerinden medet umuyorlardı.
Davut elindeki kağıtlarda yine hesap yapmaya başlamıştı ki Hamza bir hamleyle
uzanıp önündeki kağıtları avuçladığı gibi buruşturup karanlığın içine fırlattı:
“-Hala
neyin hesabını yapıyorsun ulan!? Senin yüzünden girdik bu boktan yere!”
“-Öteki
yolun daha güvenli olduğunu nerden biliyorsun? Belki başımıza daha kötü bir şey
gelecekti?”
“-Bak
hala konuşuyor! Ulan daha kötü ne gelecek başımıza?”
“-En
azından hepimiz tek parçayız.”
“-Biraz
daha konuşursan sen tek parça olmayacaksın kıl yumağı!”
“-Bu
tartışmaların bize bir faydası yok ağalar! Akıllıca düşünelim, ben eski
defterleri bir açayım. Sizler de tüneli bir araştırın. Belki bir çıkar yol
buluruz.”
Bedreddin’in
sözlerinden sonra herkes ayağa kalkıp etrafı incelemeye başladı. Duvardaki her
bir tuğlayı yerdeki en ufak kum tanesini bile tek tek inceliyor, bir çıkar yol
arıyorlardı. Birkaç saatlik beyhude arayıştan sonra yorgunlukla kapının önüne
sırtlarını tünelin duvarlarına vererek karşılıklı oturdular. Bütün tüneli
boydan boya tarayıp yine demir kapının önüne varmışlardı artık. Sürekli girip
başa döndükleri bu kapıdan başka herhangi bir çıkış yoktu buradan.
Geride
kalan iki kişiyi beklerken sessizlik hakimdi kapının önünde. Son yemeklerinin
üzerinden hayli vakit geçmiş acıkmaya başlamışlardı. Yavaş yavaş aralarında
kalan boşluğa sofrayı kurarken yanı başlarındaki demir kapının gıcırtısı
duyuldu. Eksik olan iki kişi demir kapıyı ardına kadar açmış bir yandan
ellerindeki deftere bakarak kapının üzerini karış karış inceliyorlardı.
Sofradakiler bir müddet onları izleyip ne yaptıklarını anlamaya çalıştılar. Bir
müddet sonra aradığını bulamamış olan Bedreddin küfür ederek yere oturdu.
Yiyeceklerin arasında bir yer açıp elindeki defteri sofraya koyup anlatmaya
başladı.
“-Elimdeki
defterlerden birinde çok eski bir büyüye dair bir bilgi var. İşte bakın burada
büyünün bahsi geçiyor. Bu büyü bir geçide yapıldığında buradan geçenler
başladıkları yere geri dönüyorlar.”
“-Tamam
işte! Bizim halimizden bahsediyor. Bozmak için ne yapmak lazımmış?”
“-Bozmak
için öncelikle şurada benzerini gördüğünüz sürekli dönüp durduğumuz yere çizili
olması gereken işareti bulmamız gerekiyor.”
“-Kapının
üzerindedir.”
“-Kapının
üzerinde yok! Saatlerdir kapıya bakıyorum.”
“-Nasıl
olmaz?”
Herkes
sırayla defteri elden ele dolaştırıp şekli inceledikten sonra kapıya
yöneliyordu. Hamza ve Osman’dan sonra defterdeki işareti incelemeye başlayan
Handan, bir sevinç çığlığının ardından hemen olduğu yerden fırlayıp, Davut
Çelebi’nin üzerinden sıçrayarak, ışık bile almadan geriye koşmaya başladı.
Karanlığın içine dalan kızın arkasından ilk koşan Davut olmuştu bu kez. Sonunda
onu bulduğunda kız beşinci kemerin olduğu yerde durmuş gülerek yukarıyı
gösteriyordu. Kızın gösterdiği yere doğru ışık tuttuğunda Davut da
neşelenmişti.
“-Aferin
kız! Helal olsun sana! Koşun! Handan bulmuş işareti.”
Taş
kemerin kilit taşının hemen altında belli belirsiz çizilmiş bir işaretti bu.
Yukarıdaki yuvarlak yüzeyde bir geçit olabileceğini düşünmeden zemini ve
duvarları araştırdıklarından bu işaret gözden kaçmıştı. Herkes geldiğinde artık
yüzler gülüyordu. Sonunda bir umut ışığı belirmişti. Fakat Bedreddin’in yüzü
henüz aydınlanmamıştı.
“-İşareti
bulduk lakin onu yok edip büyüyü bozmak o kadar kolay değil.”
“-Şimdi
ne yapmamız gerek?”
“-Şamanın
işareti kurt kanı sürülmüş keten bir paçavrayla silip temizlemesi gerek.
Toprağın altında nereden bulacağız kurt kanını?”
Cadıcı
sözünü bitirdiğinde sırra vakıf olanların yüzü aydınlanmıştı. Handan Davut’tan
aldığı bir bıçakla avucunu kesmiş, kanayan elini sildiği bezi babasına
vermişti. Kızının kanına bulanmış bezi içi sızlayarak alan Rıza Hamza’nın
kucağında kilit taşına çizilmiş işareti silmeye başlamıştı. Cadıcı ne olduğunu
anlamaya çalışırken arkalarından gelen büyük bir gürültüyle ışıkları söndü.
Derhal yeniden yaktıkları meşalelerle yemek yedikleri yere gelen yolcular demir
kapının kapanmış olduğunu gördüler. Az evvel yemek yedikleri sofra kapanan
kapının etkisiyle dağılmıştı. Bir kısım yere saçılan yemekleri toplarken
Bedreddin hala şaşkındı.
“-Bozuldu!
Büyü bozuldu! Fakat nasıl? Kurt kanı yazıyordu defterde. Yanılmış olamam!”
“-Önemli
olan büyünün bozulmuş olması değil midir Cadıcı? Şu kapıyı açalım da bu lanet
yerden kurtulalım.”
Orakçı’nın
emriyle önlerindeki demir kapıyı açmak için işe koyuldular. Davut’un çok
zorlanmadan kilidi açmasıyla Hamza ve İsrafil kapıyı itelemeye başladılar. Dev
gibi iki adamın araladığı kapıdan içeriye temiz havayla birlikte bir ışık da
dolmuştu. Gözleri bir süre sonra ışığa alışan kalabalık hemen bu tarafa geçip
kapıyı arkalarından kapattı.
Tünelin
bu kısmı oldukça yüksekti ve tepesinde güneşe açılan yuvarlak bir boşluk vardı.
İri taşlarla örülmüş duvarlarda yukarıya doğru yer yer boşluklar mevcuttu. Kör
bir kuyunun dibinde olduklarını anlamışlardı.Bulundukları yerde etraflarına
baktıklarında ise girdikleri kapı haricinde iki kapı daha olduğunu gördüler.
Derhal haritaları incelemeye başlayan Davut ve Bedreddin’in hangi kapıdan
gitmeleri gerektiğine karar vermeleri çok sürmedi.
“-Tamam
işte bu önümüzdeki kapıdan devam ediyoruz.”
“-Emin
misin müezzin efendi! Bak geçen seferki gibi olursa bu sefer kopartırım
kafanı!”
“-Yahu
o kapıda yol yok! İnanmazsanız Bedreddin Efendi’ye sorun.”
“-Hakkı
var. Burada başka yol yok.”
Onlar hangi
yoldan gitmeleri gerektiğine karar verirken Orakçı Osman bir yandan çadır için
kullanmış oldukları ipleri birbirine eklemeye başlamıştı:
“-Cadıcı! Ne
kadar erzakımız kaldı bir bak bakalım?”
“-Bitmek
üzere.”
“-Ben de öyle
tahmin etmiştim. Kaç zamandır buradayız Allah bilir. Daha ne kadar burada
kalacağımız da meçhul. Bu kadarcık yiyecek ve su ile sekiz kişinin yola devam
etmesi mucize olur. Dışarı açılan bir pencere bulmuşken birilerinin gidip erzak
takviyesi yapması şart.”
Ucuca eklediği
ipi okunun arkasına bağlayan Orakçı ta tepeye doğru nişan alıp kirişi bıraktı.
Bir ıslık sesiyle uçup giden ok kuyudan dışarı çıksa da geriye doğru
çekildiğinde kör kuyudan içeri geri düşmüştü. Birkaç deneme sonrasında amacına
ulaşmış ipi yukarıya sabitlemeyi başarmıştı. Osman’ın açıklaması herkese doğru
gelse de bostancı durumdan hoşnut değildi.
“-Peki kimler
çıkacak yukarı?”
“-Sen çıkmak
ister misin?”
Yukarıdan
Allah’a emanet sallanan ipe şöyle bir bakan adam bunun kendisini
taşımayacağının farkındaydı. Bedreddin de şöyle bir süzdü ipi:
“-Bu ip bu
üçünü taşımaz. Ben zaten bu yaşta oraya tırmanamam. Rıza desen çolak... Geriye siz
üçünüz kalıyorsunuz Osman Bey.”
“-Kapının
açılması gerek. Davud’dan başkası bu işi beceremez. Ben kızla birlikte
çıkıyorum.”
Osman Bey kendi
fırlattığı ipin sağlamlığını sınamak için önce kendisi tırmanmaya başladı. Bir
akıncı için pek de zor olmamıştı yukarı tırmanmak. Yukarı çıktığında ilk işi
ipi sağlam bir yere bağlamak oldu sonradan gelenin işini kolaylaştırmak için.
Rıza için kızından ayrılmak zor olsa da tehlikeli yerden kurtulacağı için
seviniyordu. Babasıyla vedalaşan Handan aşağı sarkan ipten ağır ağır yukarı
doğru tırmanmaya başladı. Herkes merak içinde kızın yukarı doğru çıkışını
seyrediyordu. Yavaş yavaş ilerleyerek yolu yarılamış olan Handan tepeden
gelmekte olan ışığın etkisiyle kara bir siluet olarak algılanmaktaydı aşağıdan.
Kuyu ağzına çok az kala yukarıdan gelen sesle herkesin yüreği ağzına geldi. Ucuca
ekli olan ip düğüm yerinden kurtulmuştu. Handan birden kendini boşlukta
bulduysa da elleriyle kenardaki taşlara tutunarak havada asılı kalmayı
başarmıştı. Aşağıdan korku dolu gözlerle izleyen kalabalık karanlık siluetin
sıradaki hamlesini merakla bekliyordu.
Herkesin artık
düşüşünü beklediği karartı sanki biraz daha büyümüş gibiydi. Bu göz yanılmasına
anlam vermeye çalışırken, karartının hızlı hareketlerle kuyunun duvarlarında
bir o yana bir bu yana hareket ederek gözden kaybolduğunu hayretler içerisinde
seyrettiler. Bedreddin artık büyünün nasıl bozulduğunu anlamıştı.
Geride
kalanlar özledikleri güneşin ışıklarını geride bırakmak pahasına yollarına
devam etme kararı aldılar. Davut Çelebi yeni kapının kilidini açmaya çalışırken
az evvel yarım bıraktıkları yemeklerini ayaküstü yemeye başladılar. Herkes
açılması beklenen kapıyla ilgilenirken Çolak Rıza dikkatle diğer kapıya
bakıyordu.
“-Bedreddin
efendi, o kapının ardında ne var demiştin?”
“-Yeraltı
mezarlığı vardır orada. Öyle yazıyor haritada.”
“-İyi
bari arkasında canlı bir şey yoksa...”
“-Hayırdır,
niye sordun?”
“-Yahu
kapı hareket ediyor gibi geldi de bana.”
Bedreddin o
tarafa doğru baktığında kapının hakikaten de hareket ettiğini farketti. Önce
yavaş yavaş sallanan kapı gittikçe daha şiddetle sarsılmaya başladı. Kapı
olduğu yerde sarsılıyor, sanki öbür yanından bir şey dışarı çıkmaya
uğraşıyordu. Herkes silahını çekmiş ne olduğunu bilmedikleri bu tehditle
karşılaşmaya hazırlanmıştı. Diğer yandan Davut uğraştığı kilidi daha telaşlı
zorluyordu. Fakat o kilidi açamadan diğer kapı kırılarak açıldı. Kapının
arkasından çıkanlar içerdekileri şaşkına çevirmişti. Artık üzerinde neredeyse
et parçası kalmamış yarı çürümüş et yarı kemik bedenler kapının arkasından ağır
adımlarla çıkıp üzerlerine doğru yürüyorlardı. İlk gelen bir kaç tanesini
harcadıklarını düşünmüşlerdi fakat yere düşen geri kalkıyor, kolu, bacağı kopan
uzvu olmadan yoluna devam ediyordu. Hatta kopan uzuvlar ait oldukları vücuttan
bağımsız hareket ediyorlardı.
Yorumlar
Yorum Gönder