Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-12

KUYU
                İçinde bulundukları durumu kavramaya çalışan yolcular, oldukları yerde oturdu. Hiç kimsenin bilmediği bir yerde, adeta yerin yedi kat dibinde, diri diri gömülmüşler, umutsuzca etraflarına bakıyor, birbirlerinden medet umuyorlardı. Davut elindeki kağıtlarda yine hesap yapmaya başlamıştı ki Hamza bir hamleyle uzanıp önündeki kağıtları avuçladığı gibi buruşturup karanlığın içine fırlattı:
                “-Hala neyin hesabını yapıyorsun ulan!? Senin yüzünden girdik bu boktan yere!”
                “-Öteki yolun daha güvenli olduğunu nerden biliyorsun? Belki başımıza daha kötü bir şey gelecekti?”
                “-Bak hala konuşuyor! Ulan daha kötü ne gelecek başımıza?”
                “-En azından hepimiz tek parçayız.”
                “-Biraz daha konuşursan sen tek parça olmayacaksın kıl yumağı!”
                “-Bu tartışmaların bize bir faydası yok ağalar! Akıllıca düşünelim, ben eski defterleri bir açayım. Sizler de tüneli bir araştırın. Belki bir çıkar yol buluruz.”
                Bedreddin’in sözlerinden sonra herkes ayağa kalkıp etrafı incelemeye başladı. Duvardaki her bir tuğlayı yerdeki en ufak kum tanesini bile tek tek inceliyor, bir çıkar yol arıyorlardı. Birkaç saatlik beyhude arayıştan sonra yorgunlukla kapının önüne sırtlarını tünelin duvarlarına vererek karşılıklı oturdular. Bütün tüneli boydan boya tarayıp yine demir kapının önüne varmışlardı artık. Sürekli girip başa döndükleri bu kapıdan başka herhangi bir çıkış yoktu buradan.
                Geride kalan iki kişiyi beklerken sessizlik hakimdi kapının önünde. Son yemeklerinin üzerinden hayli vakit geçmiş acıkmaya başlamışlardı. Yavaş yavaş aralarında kalan boşluğa sofrayı kurarken yanı başlarındaki demir kapının gıcırtısı duyuldu. Eksik olan iki kişi demir kapıyı ardına kadar açmış bir yandan ellerindeki deftere bakarak kapının üzerini karış karış inceliyorlardı. Sofradakiler bir müddet onları izleyip ne yaptıklarını anlamaya çalıştılar. Bir müddet sonra aradığını bulamamış olan Bedreddin küfür ederek yere oturdu. Yiyeceklerin arasında bir yer açıp elindeki defteri sofraya koyup anlatmaya başladı. 
                “-Elimdeki defterlerden birinde çok eski bir büyüye dair bir bilgi var. İşte bakın burada büyünün bahsi geçiyor. Bu büyü bir geçide yapıldığında buradan geçenler başladıkları yere geri dönüyorlar.”
                “-Tamam işte! Bizim halimizden bahsediyor. Bozmak için ne yapmak lazımmış?”
                “-Bozmak için öncelikle şurada benzerini gördüğünüz sürekli dönüp durduğumuz yere çizili olması gereken işareti bulmamız gerekiyor.”
                “-Kapının üzerindedir.”
                “-Kapının üzerinde yok! Saatlerdir kapıya bakıyorum.”
                “-Nasıl olmaz?”
                Herkes sırayla defteri elden ele dolaştırıp şekli inceledikten sonra kapıya yöneliyordu. Hamza ve Osman’dan sonra defterdeki işareti incelemeye başlayan Handan, bir sevinç çığlığının ardından hemen olduğu yerden fırlayıp, Davut Çelebi’nin üzerinden sıçrayarak, ışık bile almadan geriye koşmaya başladı. Karanlığın içine dalan kızın arkasından ilk koşan Davut olmuştu bu kez. Sonunda onu bulduğunda kız beşinci kemerin olduğu yerde durmuş gülerek yukarıyı gösteriyordu. Kızın gösterdiği yere doğru ışık tuttuğunda Davut da neşelenmişti.
                “-Aferin kız! Helal olsun sana! Koşun! Handan bulmuş işareti.”
                Taş kemerin kilit taşının hemen altında belli belirsiz çizilmiş bir işaretti bu. Yukarıdaki yuvarlak yüzeyde bir geçit olabileceğini düşünmeden zemini ve duvarları araştırdıklarından bu işaret gözden kaçmıştı. Herkes geldiğinde artık yüzler gülüyordu. Sonunda bir umut ışığı belirmişti. Fakat Bedreddin’in yüzü henüz aydınlanmamıştı.
                “-İşareti bulduk lakin onu yok edip büyüyü bozmak o kadar kolay değil.”
                “-Şimdi ne yapmamız gerek?”
                “-Şamanın işareti kurt kanı sürülmüş keten bir paçavrayla silip temizlemesi gerek. Toprağın altında nereden bulacağız kurt kanını?”
                Cadıcı sözünü bitirdiğinde sırra vakıf olanların yüzü aydınlanmıştı. Handan Davut’tan aldığı bir bıçakla avucunu kesmiş, kanayan elini sildiği bezi babasına vermişti. Kızının kanına bulanmış bezi içi sızlayarak alan Rıza Hamza’nın kucağında kilit taşına çizilmiş işareti silmeye başlamıştı. Cadıcı ne olduğunu anlamaya çalışırken arkalarından gelen büyük bir gürültüyle ışıkları söndü. Derhal yeniden yaktıkları meşalelerle yemek yedikleri yere gelen yolcular demir kapının kapanmış olduğunu gördüler. Az evvel yemek yedikleri sofra kapanan kapının etkisiyle dağılmıştı. Bir kısım yere saçılan yemekleri toplarken Bedreddin hala şaşkındı.
                “-Bozuldu! Büyü bozuldu! Fakat nasıl? Kurt kanı yazıyordu defterde. Yanılmış olamam!”
                “-Önemli olan büyünün bozulmuş olması değil midir Cadıcı? Şu kapıyı açalım da bu lanet yerden kurtulalım.”
                Orakçı’nın emriyle önlerindeki demir kapıyı açmak için işe koyuldular. Davut’un çok zorlanmadan kilidi açmasıyla Hamza ve İsrafil kapıyı itelemeye başladılar. Dev gibi iki adamın araladığı kapıdan içeriye temiz havayla birlikte bir ışık da dolmuştu. Gözleri bir süre sonra ışığa alışan kalabalık hemen bu tarafa geçip kapıyı arkalarından kapattı.
                Tünelin bu kısmı oldukça yüksekti ve tepesinde güneşe açılan yuvarlak bir boşluk vardı. İri taşlarla örülmüş duvarlarda yukarıya doğru yer yer boşluklar mevcuttu. Kör bir kuyunun dibinde olduklarını anlamışlardı.Bulundukları yerde etraflarına baktıklarında ise girdikleri kapı haricinde iki kapı daha olduğunu gördüler. Derhal haritaları incelemeye başlayan Davut ve Bedreddin’in hangi kapıdan gitmeleri gerektiğine karar vermeleri çok sürmedi.
                “-Tamam işte bu önümüzdeki kapıdan devam ediyoruz.”
                “-Emin misin müezzin efendi! Bak geçen seferki gibi olursa bu sefer kopartırım kafanı!”
                “-Yahu o kapıda yol yok! İnanmazsanız Bedreddin Efendi’ye sorun.”
                “-Hakkı var. Burada başka yol yok.”
Onlar hangi yoldan gitmeleri gerektiğine karar verirken Orakçı Osman bir yandan çadır için kullanmış oldukları ipleri birbirine eklemeye başlamıştı:
“-Cadıcı! Ne kadar erzakımız kaldı bir bak bakalım?”
“-Bitmek üzere.”
“-Ben de öyle tahmin etmiştim. Kaç zamandır buradayız Allah bilir. Daha ne kadar burada kalacağımız da meçhul. Bu kadarcık yiyecek ve su ile sekiz kişinin yola devam etmesi mucize olur. Dışarı açılan bir pencere bulmuşken birilerinin gidip erzak takviyesi yapması şart.”
Ucuca eklediği ipi okunun arkasına bağlayan Orakçı ta tepeye doğru nişan alıp kirişi bıraktı. Bir ıslık sesiyle uçup giden ok kuyudan dışarı çıksa da geriye doğru çekildiğinde kör kuyudan içeri geri düşmüştü. Birkaç deneme sonrasında amacına ulaşmış ipi yukarıya sabitlemeyi başarmıştı. Osman’ın açıklaması herkese doğru gelse de bostancı durumdan hoşnut değildi.
“-Peki kimler çıkacak yukarı?”
“-Sen çıkmak ister misin?”
Yukarıdan Allah’a emanet sallanan ipe şöyle bir bakan adam bunun kendisini taşımayacağının farkındaydı. Bedreddin de şöyle bir süzdü ipi:
“-Bu ip bu üçünü taşımaz. Ben zaten bu yaşta oraya tırmanamam. Rıza desen çolak... Geriye siz üçünüz kalıyorsunuz Osman Bey.”
“-Kapının açılması gerek. Davud’dan başkası bu işi beceremez. Ben kızla birlikte çıkıyorum.”
Osman Bey kendi fırlattığı ipin sağlamlığını sınamak için önce kendisi tırmanmaya başladı. Bir akıncı için pek de zor olmamıştı yukarı tırmanmak. Yukarı çıktığında ilk işi ipi sağlam bir yere bağlamak oldu sonradan gelenin işini kolaylaştırmak için. Rıza için kızından ayrılmak zor olsa da tehlikeli yerden kurtulacağı için seviniyordu. Babasıyla vedalaşan Handan aşağı sarkan ipten ağır ağır yukarı doğru tırmanmaya başladı. Herkes merak içinde kızın yukarı doğru çıkışını seyrediyordu. Yavaş yavaş ilerleyerek yolu yarılamış olan Handan tepeden gelmekte olan ışığın etkisiyle kara bir siluet olarak algılanmaktaydı aşağıdan. Kuyu ağzına çok az kala yukarıdan gelen sesle herkesin yüreği ağzına geldi. Ucuca ekli olan ip düğüm yerinden kurtulmuştu. Handan birden kendini boşlukta bulduysa da elleriyle kenardaki taşlara tutunarak havada asılı kalmayı başarmıştı. Aşağıdan korku dolu gözlerle izleyen kalabalık karanlık siluetin sıradaki hamlesini merakla bekliyordu.
Herkesin artık düşüşünü beklediği karartı sanki biraz daha büyümüş gibiydi. Bu göz yanılmasına anlam vermeye çalışırken, karartının hızlı hareketlerle kuyunun duvarlarında bir o yana bir bu yana hareket ederek gözden kaybolduğunu hayretler içerisinde seyrettiler. Bedreddin artık büyünün nasıl bozulduğunu anlamıştı.
                Geride kalanlar özledikleri güneşin ışıklarını geride bırakmak pahasına yollarına devam etme kararı aldılar. Davut Çelebi yeni kapının kilidini açmaya çalışırken az evvel yarım bıraktıkları yemeklerini ayaküstü yemeye başladılar. Herkes açılması beklenen kapıyla ilgilenirken Çolak Rıza dikkatle diğer kapıya bakıyordu.
                “-Bedreddin efendi, o kapının ardında ne var demiştin?”
                “-Yeraltı mezarlığı vardır orada. Öyle yazıyor haritada.”
                “-İyi bari arkasında canlı bir şey yoksa...”
                “-Hayırdır, niye sordun?”
                “-Yahu kapı hareket ediyor gibi geldi de bana.”
Bedreddin o tarafa doğru baktığında kapının hakikaten de hareket ettiğini farketti. Önce yavaş yavaş sallanan kapı gittikçe daha şiddetle sarsılmaya başladı. Kapı olduğu yerde sarsılıyor, sanki öbür yanından bir şey dışarı çıkmaya uğraşıyordu. Herkes silahını çekmiş ne olduğunu bilmedikleri bu tehditle karşılaşmaya hazırlanmıştı. Diğer yandan Davut uğraştığı kilidi daha telaşlı zorluyordu. Fakat o kilidi açamadan diğer kapı kırılarak açıldı. Kapının arkasından çıkanlar içerdekileri şaşkına çevirmişti. Artık üzerinde neredeyse et parçası kalmamış yarı çürümüş et yarı kemik bedenler kapının arkasından ağır adımlarla çıkıp üzerlerine doğru yürüyorlardı. İlk gelen bir kaç tanesini harcadıklarını düşünmüşlerdi fakat yere düşen geri kalkıyor, kolu, bacağı kopan uzvu olmadan yoluna devam ediyordu. Hatta kopan uzuvlar ait oldukları vücuttan bağımsız hareket ediyorlardı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy