HORTLAK
“-Hortlakların
kafalarını parçalayın yoksa durduramazsınız!”
Cadıcı’nın
bağırışıyla cengaverler karşılarına gelen yaratıkların kafalarına hedef almaya
başlamışlardı. Hedefini bulan her darbeyle kanı çekilmiş cenazelerden etrafa
çürümüş et ve kemik parçaları savruluyordu. Yığılan cesetlerden neredeyse adım
atılacak yer kalmamıştı fakat hortlaklar kırılan kapıdan hala ağır ağır gelmeye
devam ediyorlardı. Sanki cehennemin
kapısı açılmış da içinde acı çeken ne kadar adem oğlu varsa dışarı çıkıyordu.
Hamza
bozdoğanıyla gelenin kafasını ezmekteyken yerdeki bel hizasından ortadan ikiye
bölünmüş hortlaklardan biri ayağına sarıldı. Dev cüsseli adamın ayağını
kaldırıp indirmesiyle cesedin kafası paramparça olmuştu. Bostancı karşısına
gelene birer satır gibi kullandığı çifte yatağanıyla öyle darbeler indiriyordu
ki kiminin iman tahtasına kadar ikiye bölüyordu. Bereket yaratıklar ağır ağır
geliyordu da içeridekilerin iyice azaldığına inanan Çelebi Davut zembereği
kurdu. Artık dar kapıdan geçen kafasında Davut’un oklarından biriyle yere
yığılıyordu.
Kapının önünde
yığılan cesetler Davud’a kilidi açması için biraz daha zaman kazandırmıştı.
Hamza’yla İsrafil yerdeki kırık kapıyı kaldırıp eski yerine koydular. İki kişi
kilit açılana dek kapıya yaslanıp yürüyen ölülerin gelmesini ertelemeye
çalışıyorlardı. Nihayet kilit açıldığında dört kişi demir kapıyı alelacele açıp
öbür yanına geçtiler. Diğer kapıyı tutmakta olan iki kişi diğerleri öbür tarafa
geçer geçmez ellerindeki kapıyı bırakarak yeni açılan kapıya doğru koştular.
Önlerindeki set kalkmış olan cesetler ağır ağır kaçanların arkasından
gittilerse de yetişmeleri mümkün olmadı. Herkes demir kapının arkasına
geçtiğinde can havliyle kapatıldı kapı. Artık gün ışığı yoktu.
Kapı
kapandıktan sonra rahat bir nefes alabilmişlerdi. Tünele girdiklerinden beri
karşılaştıkları garip olayların ardı arkası kesilmemişti. Gaz lambasını tekrar
yaktıklarında artık gazlarının hayli azalmış olduğunu fark ettiler. Tek ışık
kaynağıyla hareket edeceklerdi yolun bundan sonrasında. Kalan gazı boşa
harcamamak için hızlıca haritalarına bir göz atıp dümdüz tünelde hareket etmeye
başladılar. İsrafil’in elindeki ışık kendiyle birlikte yürüyen Cadıcı
Bedreddin’i aydınlatıyor, hemen arkalarından gelmekte olan Rıza ve Hamza’ya
zorla ulaşıyordu. En arkadan gelmekte olan Davut ve bostancı sade ışığı takip
ediyorlardı.
Tünelde
sessizce ayaklarını sürümekte olan yorgun yolcuların ayaklarından çıkan sesten
başka bir ses yoktu. Karanlıkta İsrafil’in elindeki ışığı takip ederek hayli
yol yürümüşlerdi. En önde yürümekte olan Bedreddin bir an ayaklarının yerden
kesildiğini hissetti. Deli Hamza bir anda önünde yürümekte olan Cadıcı’yı tek
eliyle kaldırdığı gibi tünelin duvarına çarptı. İsrafil ışığı o tarafa
çevirdiğinde efendisinin duvar dibinde kanlar içinde yatan bedenini gördü.
Şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken ışığın aydınlattığı Hamza’nın korkunç
suratını gördü. Dev cüsseli adamın gözleri bir bulut kadar beyazdı. Az evvel
kurtulduklarını sandıkları cesetlerden biri artık aralarında geziyordu. Bostancı
çifte yatağanı iki yönden savurarak Hamza’nın kafasını gövdesinden ayırdı.
Fakat İsrafil henüz kurtulabilmiş değildi. Kafası olmayan beden boğazını
sıkmaya devam ediyordu. Boğazına sarılan kuvvetli kollardan kurtulmak için
palasını saplıyor fakat karşısındaki adam devrilmiyordu. Davut yere düşen
kafayı bulmak için meşaleyi yakmaya çalışırken artık gücünün sonlarına gelmiş
olan İsrafil gaz lambasını elinden düşürdü. Kırılan lamba düştüğü yerde yanmaya
devam ederken kayıp kafa da artık meydana çıkmıştı. Yarım bıraktığı işi
bitirmek isteyen bostancı yatağanı kafaya sapladı. Elleri boşalan dev hortlak
yere yığılmıştı sonunda. İsrafil öksüre öksüre dizlerinin üzerine çöktü. Davut yaşayıp
yaşamadığını kontrol etmek için yerde hareketsiz yatan Bedreddin’in yanına
gitti. Elini boğazına götürüp yokladıktan sonra kesin emin olmuştu artık.
İhtiyar ölmüştü.
Rıza sindiği
karanlıktan kalkıp yavaşça ayakta duran Çelebi ve bostancının yanına geldi.
İsrafil de kendini toparladıktan sonra yerde yatan Bedreddin’in cansız bedenine
doğru süründü. Yere saçılan alevler sayesinde herkes İsrafil’in gözyaşlarını
görebiliyordu. Bostancı, Deli Hamza ve Bedreddin’in ölümüyle dizginleri ele
aldığını belli etmek istedi:
“-Fazla vakit
kaybetmeyelim.”
“-Ölüleri burada
böyle mi bırakacağız?”
“-Ölüleri
burada bırakıyoruz.”
Ölüleri
gömebilecekleri bir yer yoktu. Buradan daha ne kadar tünelde devam edeceklerini
de kestiremediğinden yanlarında götürmek de aptallık olurdu. Kafasında bu
hesapları yapan Davud bu hususta bostancıyla tartışmadı.
“-Rehberimiz de
öldü. Abası’yı bulsak bile ne yapacağımızı bilmiyoruz.”
“-Cadıcı’nın
defterleri duruyor.”
“-Aradığımız
şeyi bulmak saatler alır! Bu karanlıkta defterleri okumaya yetecek yağımız da
yok.”
“-Şaman
bizimle... Bir yolunu buluruz.”
“-Af buyurun,
şaman nedir beyim?”
“-Görüyorsun ya
şaman daha kendisinin ne olduğunun farkında bile değil. Senden bahsediyor şaman
diye.”
“-Şaman... Haa
şaman! Öyle desene beyim. Tamam! Seneler evvel hiç unutmam Budin
taraflarındayım. Yüklerimizi boşaltmışız, arabanın arkasında demleniyoruz bizim
Yakup’la...”
Hikayesine
devam ederken Davud’un dikkatini Rıza’nın cepkenindeki şişkinlik çekti. Elini
buraya attığında bir şişenin varlığını hissetti. Rıza sesini kesip ona tek
eliyle engel olmaya çalıştıysa da şişeyi olduğu yerden çekip aldı Davut. Önce
elinde sallayıp boş olduğundan emin olunca burnuna doğru yaklaştırdı:
“-Buyrun işte
bir de dut gibi sarhoş. Yolun başından beri bunu mu içiyordun?”
“-Yok beyim.
Karnım acıktı da bir fırt alayım demiştim.”
“-Hala Şaman’ın
bizimle olduğunu düşünüyor musun bostancı?”
“-Abası’yı yok
etmek istiyorsak önce bağlı olduğu ongunu bulmalıyız.”
Hiç
duymadıkları bu sesi duyduklarında üçü de ister istemez irkilmişlerdi. Konuşan
efendisinin başından kalkıp kendilerine doğru yaklaşmakta olan İsrafil’den
başkası değildi. İki elinin tersiyle gözlerindeki yaşları silerek onlara doğru
yaklaşmaktaydı.
“-Sen bunları
biliyor musun?”
“-Ustam bana
bildiği her şeyi öğretti.”
“-Elhamdülillah!
Peki, bu ongun dediğin şey nedir? Onu de hele.”
“-Abası’nın
bağlı olduğu tılsım... Gideceğimiz yerdeki bir heykel, belki bir eşya. Onu gördüğünde
tanıyacak olan yine şamandır.”
“-Peki bu
tılsımı bulunca ne yapacağız.”
“-Parçalayacağız.”
“-Sonra
kurtulacak mıyız yaratıktan?”
“-O kadar kolay
değil. Tılsımlı bir silah kullanmamız gerek.”
“-Tılsımlı
silahı nereden bulacağız?”
“-Onları
inmeden evvel hazırlattı ustam. Hepsi yanımda mevcut…”
Herkes eline
İsrafil’in verdiği silahlardan birer tane alıp incelemeye koyuldu. Bunlar
üzerine garip şekiller çizilmiş kötü kokulu sopalardan başka bir şey
değillerdi. Bu silahlarla normal bir savaşa gidecek olsalar değil öldürmek
hasımlarında baş ağrısına bile sebep olamazlardı.
“-Bunlarla mı
yapacağız bu işi? Emin misin?”
“-Tılsımlar bu
silahlarda.”
“-Bizim
silahları tılsımlayamaz mıyız?”
“-Tılsımlar
yalnız şaman tarafından, uygun malzemelerle hazırlanabilir.”
“-Malzememiz
olsa Abası’yı yok edecek silahı yapabilirdik yani?”
“-Güçlü bir
şaman Abası’yı sahibinin kölesi yapacak silahı bile yapabilir.”
“-Tabi
yanımızda malzeme olmadığı gibi güçlü bir şaman da olmadığı için bu silahlara
güvenmek zorundayız. Anladım.”
Çaresiz bu yeni
silahlarını da bellerine takıp yola koyulmaya karar verdiler. Öncelikle
cenazeleri düzgün bir şekilde duvar diplerine yatırıp dua ettiler. Çıkışı bulur
bulmaz geri geleceklerine söz verip İsrafil’i de ikna ettikten sonra bir meşale
yakıp yola devam ettiler. Yolda ilerlerken son kalan kuru ekmeklerden yiyip
açlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı.
Cesetlerin
olduğu yerden bir hayli yol yürüyüp uzaklaştıklarında karşılarında yeni bir
engel belirmişti. Tünel demir bir parmaklıkla sona eriyor, arkasında geniş bir
alana açılıyordu. Bu parmaklıklara aslında engel bile denemezdi. Parmaklıkların
arasındaki genişlik bedenlerinin rahatça içinden geçebileceği kadardı.
Parmaklıkların arkasındaki alanda tepeden yer yer inmekte olan ışık hüzmeleri
burasını aydınlatıyordu. Etraftaki toprak birikintileri burasına daha çok bir
kazı alanı havası veriyordu. Etrafı biraz gezdiklerinde fazlasıyla düzgün
kesilmiş iri taşların yanı sıra mermerden heykellerin de olduğunu gördüler.
Rıza kırık dökük heykellerin içinde farklı olan bir taneyi bulup ongunu ortaya
çıkartmak için daha bir dikkatle süzüyordu onları. Daha ongun nedir onu bile
bilmiyordu. Kafasını kaldırdığında az ilerideki ışık hüzmesinin içinde bir kız
olduğunu farketti. Yalnızca kendisinin görüp görmediğini anlamak için
diğerlerine baktı. Onlar da dikkatli bir şekilde kıza doğru bakıyorlardı.
Kızın yüzünü
seçebilecek kadar yaklaştıklarında Rıza’nın sevinçten gözleri parladı. Ona
doğru iki kolunu açarak koştuysa da birkaç adım kala yavaşlayıp durdu. Diğerleri
de Handan’ı tanımıştı. Keyifleri biraz olsun yerine gelmişti. Eğer kız
buradaysa Osman da buralarda bir yerlerde olmalıydı. Rıza’nın yanına kadar
vardıklarında onlar da kızda bir gariplik olduğunu fark etmişlerdi. Genç kız
yerinden hiç kıpırdamadan başı öne eğik bir halde bir kayanın üzerinde
oturuyordu. Kafasını kaldırıp gözlerini onlara doğru çevirdiğinde Çolak Rıza
bir adım geri attı.
“-Bu benim
kızım değil!”
Yorumlar
Yorum Gönder