Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-13


HORTLAK
“-Hortlakların kafalarını parçalayın yoksa durduramazsınız!”
Cadıcı’nın bağırışıyla cengaverler karşılarına gelen yaratıkların kafalarına hedef almaya başlamışlardı. Hedefini bulan her darbeyle kanı çekilmiş cenazelerden etrafa çürümüş et ve kemik parçaları savruluyordu. Yığılan cesetlerden neredeyse adım atılacak yer kalmamıştı fakat hortlaklar kırılan kapıdan hala ağır ağır gelmeye devam ediyorlardı.  Sanki cehennemin kapısı açılmış da içinde acı çeken ne kadar adem oğlu varsa dışarı çıkıyordu.
Hamza bozdoğanıyla gelenin kafasını ezmekteyken yerdeki bel hizasından ortadan ikiye bölünmüş hortlaklardan biri ayağına sarıldı. Dev cüsseli adamın ayağını kaldırıp indirmesiyle cesedin kafası paramparça olmuştu. Bostancı karşısına gelene birer satır gibi kullandığı çifte yatağanıyla öyle darbeler indiriyordu ki kiminin iman tahtasına kadar ikiye bölüyordu. Bereket yaratıklar ağır ağır geliyordu da içeridekilerin iyice azaldığına inanan Çelebi Davut zembereği kurdu. Artık dar kapıdan geçen kafasında Davut’un oklarından biriyle yere yığılıyordu.
Kapının önünde yığılan cesetler Davud’a kilidi açması için biraz daha zaman kazandırmıştı. Hamza’yla İsrafil yerdeki kırık kapıyı kaldırıp eski yerine koydular. İki kişi kilit açılana dek kapıya yaslanıp yürüyen ölülerin gelmesini ertelemeye çalışıyorlardı. Nihayet kilit açıldığında dört kişi demir kapıyı alelacele açıp öbür yanına geçtiler. Diğer kapıyı tutmakta olan iki kişi diğerleri öbür tarafa geçer geçmez ellerindeki kapıyı bırakarak yeni açılan kapıya doğru koştular. Önlerindeki set kalkmış olan cesetler ağır ağır kaçanların arkasından gittilerse de yetişmeleri mümkün olmadı. Herkes demir kapının arkasına geçtiğinde can havliyle kapatıldı kapı. Artık gün ışığı yoktu.
Kapı kapandıktan sonra rahat bir nefes alabilmişlerdi. Tünele girdiklerinden beri karşılaştıkları garip olayların ardı arkası kesilmemişti. Gaz lambasını tekrar yaktıklarında artık gazlarının hayli azalmış olduğunu fark ettiler. Tek ışık kaynağıyla hareket edeceklerdi yolun bundan sonrasında. Kalan gazı boşa harcamamak için hızlıca haritalarına bir göz atıp dümdüz tünelde hareket etmeye başladılar. İsrafil’in elindeki ışık kendiyle birlikte yürüyen Cadıcı Bedreddin’i aydınlatıyor, hemen arkalarından gelmekte olan Rıza ve Hamza’ya zorla ulaşıyordu. En arkadan gelmekte olan Davut ve bostancı sade ışığı takip ediyorlardı.
Tünelde sessizce ayaklarını sürümekte olan yorgun yolcuların ayaklarından çıkan sesten başka bir ses yoktu. Karanlıkta İsrafil’in elindeki ışığı takip ederek hayli yol yürümüşlerdi. En önde yürümekte olan Bedreddin bir an ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Deli Hamza bir anda önünde yürümekte olan Cadıcı’yı tek eliyle kaldırdığı gibi tünelin duvarına çarptı. İsrafil ışığı o tarafa çevirdiğinde efendisinin duvar dibinde kanlar içinde yatan bedenini gördü. Şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken ışığın aydınlattığı Hamza’nın korkunç suratını gördü. Dev cüsseli adamın gözleri bir bulut kadar beyazdı. Az evvel kurtulduklarını sandıkları cesetlerden biri artık aralarında geziyordu. Bostancı çifte yatağanı iki yönden savurarak Hamza’nın kafasını gövdesinden ayırdı. Fakat İsrafil henüz kurtulabilmiş değildi. Kafası olmayan beden boğazını sıkmaya devam ediyordu. Boğazına sarılan kuvvetli kollardan kurtulmak için palasını saplıyor fakat karşısındaki adam devrilmiyordu. Davut yere düşen kafayı bulmak için meşaleyi yakmaya çalışırken artık gücünün sonlarına gelmiş olan İsrafil gaz lambasını elinden düşürdü. Kırılan lamba düştüğü yerde yanmaya devam ederken kayıp kafa da artık meydana çıkmıştı. Yarım bıraktığı işi bitirmek isteyen bostancı yatağanı kafaya sapladı. Elleri boşalan dev hortlak yere yığılmıştı sonunda. İsrafil öksüre öksüre dizlerinin üzerine çöktü. Davut yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için yerde hareketsiz yatan Bedreddin’in yanına gitti. Elini boğazına götürüp yokladıktan sonra kesin emin olmuştu artık. İhtiyar ölmüştü.
Rıza sindiği karanlıktan kalkıp yavaşça ayakta duran Çelebi ve bostancının yanına geldi. İsrafil de kendini toparladıktan sonra yerde yatan Bedreddin’in cansız bedenine doğru süründü. Yere saçılan alevler sayesinde herkes İsrafil’in gözyaşlarını görebiliyordu. Bostancı, Deli Hamza ve Bedreddin’in ölümüyle dizginleri ele aldığını belli etmek istedi:
“-Fazla vakit kaybetmeyelim.”
“-Ölüleri burada böyle mi bırakacağız?”
“-Ölüleri burada bırakıyoruz.”
Ölüleri gömebilecekleri bir yer yoktu. Buradan daha ne kadar tünelde devam edeceklerini de kestiremediğinden yanlarında götürmek de aptallık olurdu. Kafasında bu hesapları yapan Davud bu hususta bostancıyla tartışmadı.
“-Rehberimiz de öldü. Abası’yı bulsak bile ne yapacağımızı bilmiyoruz.”
“-Cadıcı’nın defterleri duruyor.”
“-Aradığımız şeyi bulmak saatler alır! Bu karanlıkta defterleri okumaya yetecek yağımız da yok.”
“-Şaman bizimle... Bir yolunu buluruz.”
“-Af buyurun, şaman nedir beyim?”
“-Görüyorsun ya şaman daha kendisinin ne olduğunun farkında bile değil. Senden bahsediyor şaman diye.”
“-Şaman... Haa şaman! Öyle desene beyim. Tamam! Seneler evvel hiç unutmam Budin taraflarındayım. Yüklerimizi boşaltmışız, arabanın arkasında demleniyoruz bizim Yakup’la...”
Hikayesine devam ederken Davud’un dikkatini Rıza’nın cepkenindeki şişkinlik çekti. Elini buraya attığında bir şişenin varlığını hissetti. Rıza sesini kesip ona tek eliyle engel olmaya çalıştıysa da şişeyi olduğu yerden çekip aldı Davut. Önce elinde sallayıp boş olduğundan emin olunca burnuna doğru yaklaştırdı:
“-Buyrun işte bir de dut gibi sarhoş. Yolun başından beri bunu mu içiyordun?”
“-Yok beyim. Karnım acıktı da bir fırt alayım demiştim.”
“-Hala Şaman’ın bizimle olduğunu düşünüyor musun bostancı?”
“-Abası’yı yok etmek istiyorsak önce bağlı olduğu ongunu bulmalıyız.”
Hiç duymadıkları bu sesi duyduklarında üçü de ister istemez irkilmişlerdi. Konuşan efendisinin başından kalkıp kendilerine doğru yaklaşmakta olan İsrafil’den başkası değildi. İki elinin tersiyle gözlerindeki yaşları silerek onlara doğru yaklaşmaktaydı.
“-Sen bunları biliyor musun?”
“-Ustam bana bildiği her şeyi öğretti.”
“-Elhamdülillah! Peki, bu ongun dediğin şey nedir? Onu de hele.”
“-Abası’nın bağlı olduğu tılsım... Gideceğimiz yerdeki bir heykel, belki bir eşya. Onu gördüğünde tanıyacak olan yine şamandır.”
“-Peki bu tılsımı bulunca ne yapacağız.”
“-Parçalayacağız.”
“-Sonra kurtulacak mıyız yaratıktan?”
“-O kadar kolay değil. Tılsımlı bir silah kullanmamız gerek.”
“-Tılsımlı silahı nereden bulacağız?”
“-Onları inmeden evvel hazırlattı ustam. Hepsi yanımda mevcut…”
Herkes eline İsrafil’in verdiği silahlardan birer tane alıp incelemeye koyuldu. Bunlar üzerine garip şekiller çizilmiş kötü kokulu sopalardan başka bir şey değillerdi. Bu silahlarla normal bir savaşa gidecek olsalar değil öldürmek hasımlarında baş ağrısına bile sebep olamazlardı.
“-Bunlarla mı yapacağız bu işi? Emin misin?”
“-Tılsımlar bu silahlarda.”
“-Bizim silahları tılsımlayamaz mıyız?”
“-Tılsımlar yalnız şaman tarafından, uygun malzemelerle hazırlanabilir.”
“-Malzememiz olsa Abası’yı yok edecek silahı yapabilirdik yani?”
“-Güçlü bir şaman Abası’yı sahibinin kölesi yapacak silahı bile yapabilir.”
“-Tabi yanımızda malzeme olmadığı gibi güçlü bir şaman da olmadığı için bu silahlara güvenmek zorundayız. Anladım.”
Çaresiz bu yeni silahlarını da bellerine takıp yola koyulmaya karar verdiler. Öncelikle cenazeleri düzgün bir şekilde duvar diplerine yatırıp dua ettiler. Çıkışı bulur bulmaz geri geleceklerine söz verip İsrafil’i de ikna ettikten sonra bir meşale yakıp yola devam ettiler. Yolda ilerlerken son kalan kuru ekmeklerden yiyip açlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı.
Cesetlerin olduğu yerden bir hayli yol yürüyüp uzaklaştıklarında karşılarında yeni bir engel belirmişti. Tünel demir bir parmaklıkla sona eriyor, arkasında geniş bir alana açılıyordu. Bu parmaklıklara aslında engel bile denemezdi. Parmaklıkların arasındaki genişlik bedenlerinin rahatça içinden geçebileceği kadardı. Parmaklıkların arkasındaki alanda tepeden yer yer inmekte olan ışık hüzmeleri burasını aydınlatıyordu. Etraftaki toprak birikintileri burasına daha çok bir kazı alanı havası veriyordu. Etrafı biraz gezdiklerinde fazlasıyla düzgün kesilmiş iri taşların yanı sıra mermerden heykellerin de olduğunu gördüler. Rıza kırık dökük heykellerin içinde farklı olan bir taneyi bulup ongunu ortaya çıkartmak için daha bir dikkatle süzüyordu onları. Daha ongun nedir onu bile bilmiyordu. Kafasını kaldırdığında az ilerideki ışık hüzmesinin içinde bir kız olduğunu farketti. Yalnızca kendisinin görüp görmediğini anlamak için diğerlerine baktı. Onlar da dikkatli bir şekilde kıza doğru bakıyorlardı.
Kızın yüzünü seçebilecek kadar yaklaştıklarında Rıza’nın sevinçten gözleri parladı. Ona doğru iki kolunu açarak koştuysa da birkaç adım kala yavaşlayıp durdu. Diğerleri de Handan’ı tanımıştı. Keyifleri biraz olsun yerine gelmişti. Eğer kız buradaysa Osman da buralarda bir yerlerde olmalıydı. Rıza’nın yanına kadar vardıklarında onlar da kızda bir gariplik olduğunu fark etmişlerdi. Genç kız yerinden hiç kıpırdamadan başı öne eğik bir halde bir kayanın üzerinde oturuyordu. Kafasını kaldırıp gözlerini onlara doğru çevirdiğinde Çolak Rıza bir adım geri attı.
“-Bu benim kızım değil!”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy