Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-Final


DİRİLİŞ
Davut Çelebi kendine geldiğinde derin bir sessizlik hakimdi ortama. Yukarıdaki deliklerden içeriye süzülen ışık farklıydı artık. Gün ışığı değildi ama oldukça parlaktı. ‘Dolunay olmalı.’ dedi kendi kendine. Önceki dövüşten açılan yarası iyice açılmış hayli kan kaybetmişti. İlk iş olarak kuşağından çıkardığı ufak bir kutuyu önüne açtı. İçinden ufak bir şişe alarak içindeki renksiz sıvıyı yarasının üzerine döktü. Canının acısından dudaklarını ısırarak temizledi yarasını. Aynı kutudan çıkarmış olduğu iğne ve iplikle yarasını diktikten sonra etrafına göz atmak için ayağa kalktı. Kendisiyle birlikte etrafa saçılan parçaları incelediğinde bunların hayli değerli mücevherler olduğunu gördü. ‘Heykelin bulunduğu tümsek aslında Abası’nın hazinesini gizlediği yermiş’ diye geçirdi aklından. Rıza’nın sesi soluğu çıkmıyordu. Onu son bıraktığı yere doğru gittiğinde yerde yanan mumlar dikkatini çekti.
Çolak Rıza nereden bulmuşsa bir sürü otu daire şeklinde dizip yakmış, oluşturduğu dairenin merkezine Handan’ı yerleştirmişti. Otlar hafif bir kızıllıkta yanarken yukarıya belli belirsiz bir duman çıkıyordu her birinden. Yukarıdan süzülen ışık kızın yattığı yerin biraz ilerisine düşüyordu. Kendisi, kızının tam ayaklarının bitiminde ayakta duruyordu. Çolak Rıza cadıcının defterlerinden birini eli olmayan kolunda göbeğinden destek alarak tutmaya çalışıyordu. Bu gülünç manzaraya bir anlam veremeyen Davut yaklaşmaya devam ediyordu. İyice yaklaştığında Rıza’nın bağlı olduğu direği ve üzerindeki garip sembolleri gördü. Tek eliyle tutmuş olduğu hançerin ucunu göğsüne bastırmış gözleriyle ışığın yere düştüğü yeri takip ediyordu. Davut sesini çıkarmadan Rıza onun geldiğini fark etmişti.
“-Hoş geldin beyim.”
“-Ne yapıyorsun Rıza bütün bunlar neyin nesi?”
“-Rahmetli Bedreddin’in çantasından buldum. Eğer işe yararsa yavrum yaşayacak.”
“-Delirdin mi? Ya işe yaramazsa?”
“-O zaman zaten kaybedecek bir şeyim yok.”
Davut Rıza’nın kararlılığının farkındaydı. Fakat buradan çıkmak için ona ihtiyacı vardı. Yaralı halinde tek başına fazla bir şansı yoktu. Eğer üzerine atılmaya kalksa ölümüne sebep olabilirdi. Hazırladığı bu ayini bozmaksa adamın tamamen çıldırması demekti. Onu ikna etmek için aklından düzgün cümleleri bir araya getirmeye uğraşırken Rıza konuşmaya başladı:
“-Üzülme beyim benim için. Dünyadan bir ayyaş daha eksilir en fazla. Şamanmış... Hiçbir işe yaramamak nasıl bir şeydir bilir misin beyim? Ben 48 yaşındayım, hayatımın neredeyse tamamında hiçbir işe yaramadım. Sonra, anlattım ya, keşişler getirip bu kızcağızı kucağıma bıraktıklarında dünyam değişti. Gittiğim her yere beraberimde götürdüm. İlk birkaç yıl ağzını açıp tek kelime etmedi. Sonra sonra alıştı yavrum. İlk baba deyişi gözümden hiç gitmez. Sabaha kadar ağlamıştım. Ne güzel günlerdi o günler. O şerefsiz olmasa, belki yine mutlu mesut devam edecektik hayatımıza.
“-O vakitler Edirne’de oturuyorduk. Mahalleye bir hırsız dadanmıştı. Bir gece gene çalacağını çalmış  aseslerin gazabından kaçarken bizim eve dalmıştı. Elinde koca bir kılıç ‘sesini çıkartırsan boğazını keserim’ diye aldı kucağına kızımı. Ben diz çökmüş yalvarıp yakarırken suratımın orta yerine bir tekme savurdu deyyus. Öldüm sandım. Hatta gözümü açtığımda gördüğüm manzara karşısında cehenneme düştüm sandım. Handan beni o halde görünce hiddetinden olacak bu yaratığa dönüşüverdi. Adamı gözümün önünde paramparça etti. Gece boyunca korkudan kilitlendim kaldım. Kendisine gelip benim korku dolu gözlerle baktığımı görünce ağlamaya başladı. Ne olursa olsun beyim kızımdı o benim oturduğum yerden kalkıp yanına gittim. Sarıldı bana, birlikte ağladık.
“-Sabahına güneş doğmadan heriften arta kalanları çalıntı malları boşaltıp kendi çuvalına doldurup gömdüm. Fakat o saatte evden çıktığımdan şüphelenmiş komşular. Yeniçeriler evde çalıntı eşyaları bulunca tabi doğru kadıya. Diyemiyorum da ben çalmadım diye. Çalan nereye gitti diyecekler bu sefer. İşte ondan sonra cezamız kesildi, adımız da Çolak Rıza’ya çıktı. Gördüğün gibi beyim ben onun için elimi verdim, canımı da veririm.”
Sözlerini bitirdiğinde yukarıdan düşen ışık Handan’ın tam kalbinin olduğu yere gelmişti. Rıza hiç tereddüt etmeden sapladı elindeki gümüş hançeri kalbine. Sapladığı anda diğer kolunda tutmuş olduğu kitap yere düştü. Sonrasında olan garip olayda Davut Rıza’nın yere düştüğünü sanmıştı. Fakat Rıza’nın cesedi bağlı bulunduğu direkte ayakta duruyordu. Yerde ise yalnızca Handan’ın cesedi vardı. Etraflarını çevreleyen otlardan artık alevler yükseliyordu. Bir anda Handan’ın gözlerinin açıldı. Genç kız gözlerini açtıktan hemen sonra ağzını ardına kadar açarak derin bir nefes aldı. Hemen karşısında direkte ayakta olan babasına bakıyordu. Bir süre baktıktan sonra her yeri sarsan bir çığlık attı. Davut bu çığlığın iliklerine kadar işlediğini hissetmişti. Sarsılan tavandan aşağı irili ufaklı taşlar düşmeye başladığında kendini güvenli bir yere atıp az evvel kızın yattığı yere baktı. Bomboş direkle sönmüş olan otlardan başka birşey yoktu.
...
O akşam Sultan huzura çıkmak isteyen kişiyi duyduğunda derhal içeri alınmasını emretmişti. Günlerdir Murad Paşa ile birlikte heyecanla Orakçı Osman’ın vereceği hayırlı haberleri beklemekteydiler. Osman’ın içeri yalnız başına gelmesi genç padişahın hoşuna gitmemişti. Dizleri üzerinde selamını veren adamı daha fazla bekletmeden sorusunu sordu:
“-Anlat hele! Bitti mi artık? Rahat bir nefes alabilecek miyiz payitahtta?”
“-Sultanım vermiş olduğunuz emri yerine getirdik. Mahluk artık İstanbul’un başına bela olmayacak.”
“-Elhamdülillah! Peki neden yalnız başına geldin? Diğerleri nerededir?”
Bu esnada Murad Paşa ile göz göze gelen Orakçı, Paşa’nın başıyla onaylamasından sonra cevabını verdi:
“-Maalesef bu yaratık sandığımızdan çetin çıktı padişahım. Yalnızca ben çıkabildim huzurunuza.”
“-Ruhları şad olsun. Senin için yeni bir vazife daha vardır Osman Bey. Önümüzdeki günlerde Murad Paşa ile birlikte Anadolu’daki isyanları bastırmak üzere yola çıkacaksın. Bu vazife için Murad Paşa özellikle seni istedi.”
“-Emriniz başım üstüne sultanım.”
...
Bir kaç yıl sonra sağ kolu haline gelen Orakçı Osman’la birlikte Anadolu’daki isyanları bastırmaya çıkan Murad Paşa, öldürülen isyancıları açtırdığı kuyulara doldurduğu için, Kuyucu namıyla anılmaya başlamıştı. Hiç kimse Paşa’nın bu hareketine bir anlam veremiyordu. Sultan ise isyanın bastırılmasından oldukça memnun, payitahtta bugüne dek görülmemiş büyüklükte bir cami yaptırmaya karar vermişti. Aya Sofya’nın karşısında genişçe bir alan seçilip Sedefkar Mehmed Ağa’nın hünerli ellerine teslim edilmişti.
Seçilen alanda temel çalışmaları başladığında toprağın altından kucağında bir kitapla saçı sakalı birbirine karışmış bir adam çıkmıştı. Pis kokusundan yanına yaklaşamayan insanlara adının Davut olduğunu, tünellerde kaybolup buraya kadar geldiğini anlatmaya çalışıyordu. Yıllardır toprağın altında yağmur suyu içip, yakalayabildiği hayvanları yiyerek yaşadığını iddia eden adam, bunlardan başka kurt kılığına giren kadınlardan, hortlaklardan, cadılardan da bahsedince, onu bulanlar iyice mecnun olduğuna kanaat getirip, karnını iyice doyurduktan sonra Toptaşı Bimarhanesine götürüp teslim ettiler.
Bir hafta sonra bimarhanenin kapısının önüne genç bir kızcağız çıkagelmişti. Kapıda kendisini karşılayan görevliye orada kaldığı süre boyunca kimsenin arayıp sormadığı adamı görmeye geldiğini iddia ediyordu.
“-Handan derseniz muhakkak görüşmek isteyecektir.”
...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                ...

Bölüm-3

Kayalıkların etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar kö...

Kudret Nişanı

Kudret Nişanı   “ Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz'ü la-yetecezza"da yoğun bir kudret vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. El-cüz’ü la-yetecezza parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'nın kudret nişanıdır." -Cabir Bin Hayyan (721 Horasan-815 Kufa) .........   “Demek, 'Allah’ın kudret nişanı’nın varlığı doğruymuş.” dedi, Şah Alaaddin Muhammed, elindeki kağıdı okuduktan sonra, bunu kendisine ulaştıran elçilere dönerek. Eyyubilerin yeni hükümdarı, Melik Kamil’in gönderdiği bu haber, belli ki Şah’ı çok önemli bir karar vermek zorunda bırakmıştı. Harizm şehrinde doğup, Batı Asya’nın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı, Alaaddin Muhammed’in umutsuzluğu yüzünden okunmaktaydı. Son kararını vermeden evvel kağıtta özü yazılmış olan mesajı bir de elçilerin ağzından duymak istedi:   ...