Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-14


ABASI
Rıza’nın geri çekilmesiyle diğer üçü hareketsiz kayanın üzerinde oturmakta olan kıza baktılar. Handan kafasını çevirip onlara doğru baktığında onlar da bir terslik olduğunu fark etti. Sapsarı gözleri karanlıkta parlıyordu. Davut Kosovalı Deli Hamza’nın dahi anca güç yetirebildiği kızın gücünün farkındaydı. Derhal zembereği kurup ona doğru nişan aldı. Handan karşıdan gelen bu tehdit üzerine sivri dişlerini gösterip hırladığında diğer ikisi de karşılarındaki tehlikeyi kestirip kılıçlarına sarıldılar. Rıza’nın engel olmak için elini tutmasına rağmen Davut atışını yapmıştı. Ok zemberekten çıkıp hedefini bulana dek kurdun değişimi tamamlanmıştı. Omzuna saplanan okun acısıyla uluyan yaratık bir hışımla karşısındakilerin içine daldı. İlk başta İsrafil’i bir pençe darbesiyle uzağa savurdu. Yediği pençenin etkisiyle baygın şekilde tümseklerden birinin üzerine düştü İsrafil. Davut mesafeyi koruyup ok atışları yapıyor fakat hedefini bulan oklar kurdu daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Zembereğin işe yaramadığını anladığında aleti kenara bırakıp kuşağından çektiği kılıçla tek başına dövüşmekte olan bostancının yardımına koştu.
Bostancı yatağanlarını sağlı sollu savuruyor fakat yaratık çevikliğiyle bütün saldırılardan kurtuluyordu. Davud’un yardıma gelmesiyle kurdun dikkati dağıldı. Kurt Davud’u boğazından yakaladığında Bostancı sağ eliyle yaptığı bir saldırıyla yaratığın omzuna saplayabilmişti yatağanı. Fakat yatağan girdiği yerden geri çıkmıyordu. Acı içinde uluyan kurt önce yakaladığı adamı uzağa doğru fırlattı, sonrasında kendisine fazlaca yaklaşan rakibinin sol kolunu yakaladı. Yatağanı geri çıkartmaktan vazgeçen bostancı sol kolunu kurtarmak için yumrukluyor, tekmeliyor fakat hiçbir işe yaramıyordu. Bütün umutları tükenen savaşçı kurdun gözlerinin içine son kez baktı ve öteki yatağanı da elinden bıraktı. Yere düşen yatağanın sesiyle yaratık dişlerini hasmının boğazına geçirdi.
                Kurdun bostancıyı yakaladığı sıralarda duyduğu çekiç sesleriyle kendine gelmeye başlayan İsrafil, yukarıdan süzülen ışığın altında meydana gelen dövüşü gördü. Savaşçının ölümünün kesin olduğunu fark edip savrulduğu sırada az ileriye düşen çantasına doğru koştu. İçinden çıkardığı hançer karanlıkta parıl parıl parlıyordu. Kendisini uyandıran sesi arkasında bırakarak hedefine doğru ilerlemeye başladı. Usulca hareket ederek öldürdüğü hasmını yemeye başlamış olan kurdun arkasından yaklaştı. Yaratık arkasından yaklaşmakta olan tehlikeyi fark edemeden havaya kaldırdığı gümüş hançeri sırtına sapladı İsrafil.
                Acı bir ulumayla ayağa kalkan kurt hiçbir hamle yapamadan yere düştü. Ağzından çıkan altın sarısı ışık bir anlığına aydınlatmıştı ortalığı. Ortalığın aydınlanmasıyla birlikte Rıza’nın da çığlığı yükselmişti. Elinde İsrafil’in verdiği tokmakla ortaya çıkıp yerde yatan yaratığa doğru koştu. O gelene kadar kurt eski halini almıştı. Kızının başını kucağına alıp saçlarını okşamaya, ağlamaya başlamıştı. Henüz ölmemiş olan Handan yattığı yerden babası yerine koyduğu adamın yüzüne bakıyordu. Davut omzunda pençe izleriyle kendine gelip Rıza’nın omzuna koymuştu elini. İsrafil hiddetle bağırdı:
                “-Böyle bir mahluku aramızda nasıl gezdirirsiniz? Hiç mi akıl yok sizde?”
                İsrafil’in sözleriyle hiddetinden kıpkırmızı kesilen Çolak kızının başını kucağından bırakmadan tek eliyle almış olduğu tokmağı ona doğru sallayarak bağırmaya başladı.
                “-Senin gibi bir köpek bizimle olabiliyor da o neden olamıyormuş?! Neymiş? Ongunmuş da şaman görebilirmiş de bu tokmak kırabilirmiş de… Külliyen yalan söyledi bize hain pezevenk. Tılsımlı diye verdiği tokmakların bi boka yaradığı yok.” Elindeki sopayı İsrafil’in üzerine doğru fırlatarak bitirdi sözlerini.
                “-Ne diyorsun ulan sen?”
                “-Efendiler sakin olun. Öncelikli işimizi unutmayalım.”
                “-Siz kızımı katletmeye uğraşırken ben onu esir alan mendeburu yok etmenin yolunu arıyordum. Öncelikli iş dediğiniz ongun mudur engin midir ne zıkkımsa onu da buldum. Lakin bu meymenetsiz zencinin verdiği sopalar hiçbir işe yaramadı. Zaten ilk verdiğinde böyle silah mı olur dediydim.  Anca davul çalınır bunlarla.”
                “-Nasıl olur? O sopaların hepsini ustam hazırlatıp çantalara koydu. Sen ongunu bulamamışındır. Zaten senin gibi ayyaşın ne bulduğunu anlayabileceğini bile sanmıyorum.”
                “-Kes sesini İsrafil! Nerde buldun?”
                “-Aha şu tümseğin arkasında… Kadın şeklinde bir heykel... Zaten karanlıkta gözüme parlayan bir o vardı.”
                Rıza sözlerini bitirdiğinde ayaktakiler tarif edilen tümseğe doğru baktılar. İsrafil kendini uyandıran çekiç seslerinin ne olduğunu anlamıştı artık. Bu kendisinin az evvel bilinçsiz üzerinde yattığı tümsekti. Fakat hala onun sözlerine inanmıyordu. Ustası sopaları şamandan aldıktan sonra ona vermiş, o da biri hariç hepsini çantaya yerleştirmiş diğerini de kendisi yanına almıştı.
Kafasındaki düşüncelerle çantalarını geride bırakarak az evvel yattığı tümseğe doğru koştu İsrafil. Davut da onu takip ederek peşinden koşmaya başladı. Yolun yarısında arkada yaslı bir şekilde bıraktığı Çolak Rıza’ya acıyarak bir bakış fırlattığında, adamın kucağında kızıyla dalgın bir şekilde oturduğunu gördü. Gözleri dikkatle yerde duran bir şeye bakıyordu fakat fazla üzerinde durmadan tümseğe doğru koşmaya devam etti.
Tümseğin arkasına vardıklarında Rıza’nın tarifine uyan bir heykel bulmuşlardı. Yukarıdan düşen ışık huzmelerinden biri heykelin birkaç adım ötesine düşüyordu. Heykelin dibinde tek elle yapılmış kazı izleri vardı. Rıza’nın bahsettiği heykel şüphesiz buydu. İsrafil eliyle heykeli iyice yoklayıp inceledikten sonra Davut’a döndü:
“-Herifin günahını almışım. Ongun bu, doğru söylemiş.”
“-Haydi, o zaman. Ya Allah!”
Önce Davut elindeki sopayı kaldırıp bir hışımla heykele savurdu. Fakat bu vuruş heykelde bir çizik bile oluşturmamıştı. Çelebi’nin sopasının işe yaramadığını gören İsrafil bu sefer kendi elindeki silahı havaya kaldırdı. Fakat daha elini işittikleri ıslık sesini müteakip yere yığıldı koca adam. Davut hayretler içerisinde yerde yatan adama baktığında sırtına saplanmış olan oku gördü. Okun geldiği yöne doğru bakan Çelebi ışık huzmelerinin birinin içinde ipe bağlı halde yukarıdan sarkan okçuyu gördüğünde şaşkınlığı kat kat arttı. Sağ elinin serçe parmağında sıkıştırdığı ikinci oku yayına geren okçu Orakçı Osman’dan başkası değildi. Osman’ın kirişi serbest bırakmasıyla ıslık çalarak havada süzülen ok, heykelin tam kalbinin olduğu yere saplandı.
Okun saplandığı anda içeride bir çığlık yankılandı. Kulaklarını kapatıp dizlerinin üzerine çöken Davut gözleriyle yanı başındaki heykeli takip ediyordu. Mermerden oyma heykelde okun saplandığı yerden itibaren çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Açılan her çatlaktan dışarıya ışık sızıyordu. Sonunda güllesi ağzında sıkışmış top gibi kendi içinde patladı heykel. Karanlık mekan birkaç saniyeliğine gözü kör eden bir aydınlığa kavuşmuştu. Aydınlık yavaş yavaş yerini tekrar karanlığa bırakırken Çolak Rıza bulunduğu yerden kafasını kaldırıp bir örümcek gibi yukarıdan sarkan ipe tırmanan Osman’ı ve sırtına astığı altın gibi parlayan yayını gördü. Onun peşinden de altın sarısı elbisesiyle yukarı doğru süzülen Abası’yı…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                ...

Bölüm-3

Kayalıkların etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar kö...

Kudret Nişanı

Kudret Nişanı   “ Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz'ü la-yetecezza"da yoğun bir kudret vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. El-cüz’ü la-yetecezza parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'nın kudret nişanıdır." -Cabir Bin Hayyan (721 Horasan-815 Kufa) .........   “Demek, 'Allah’ın kudret nişanı’nın varlığı doğruymuş.” dedi, Şah Alaaddin Muhammed, elindeki kağıdı okuduktan sonra, bunu kendisine ulaştıran elçilere dönerek. Eyyubilerin yeni hükümdarı, Melik Kamil’in gönderdiği bu haber, belli ki Şah’ı çok önemli bir karar vermek zorunda bırakmıştı. Harizm şehrinde doğup, Batı Asya’nın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı, Alaaddin Muhammed’in umutsuzluğu yüzünden okunmaktaydı. Son kararını vermeden evvel kağıtta özü yazılmış olan mesajı bir de elçilerin ağzından duymak istedi:   ...