ABASI
Rıza’nın geri
çekilmesiyle diğer üçü hareketsiz kayanın üzerinde oturmakta olan kıza
baktılar. Handan kafasını çevirip onlara doğru baktığında onlar da bir terslik
olduğunu fark etti. Sapsarı gözleri karanlıkta parlıyordu. Davut Kosovalı Deli
Hamza’nın dahi anca güç yetirebildiği kızın gücünün farkındaydı. Derhal
zembereği kurup ona doğru nişan aldı. Handan karşıdan gelen bu tehdit üzerine sivri
dişlerini gösterip hırladığında diğer ikisi de karşılarındaki tehlikeyi
kestirip kılıçlarına sarıldılar. Rıza’nın engel olmak için elini tutmasına
rağmen Davut atışını yapmıştı. Ok zemberekten çıkıp hedefini bulana dek kurdun
değişimi tamamlanmıştı. Omzuna saplanan okun acısıyla uluyan yaratık bir
hışımla karşısındakilerin içine daldı. İlk başta İsrafil’i bir pençe darbesiyle
uzağa savurdu. Yediği pençenin etkisiyle baygın şekilde tümseklerden birinin
üzerine düştü İsrafil. Davut mesafeyi koruyup ok atışları yapıyor fakat
hedefini bulan oklar kurdu daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Zembereğin
işe yaramadığını anladığında aleti kenara bırakıp kuşağından çektiği kılıçla
tek başına dövüşmekte olan bostancının yardımına koştu.
Bostancı
yatağanlarını sağlı sollu savuruyor fakat yaratık çevikliğiyle bütün saldırılardan
kurtuluyordu. Davud’un yardıma gelmesiyle kurdun dikkati dağıldı. Kurt Davud’u
boğazından yakaladığında Bostancı sağ eliyle yaptığı bir saldırıyla yaratığın
omzuna saplayabilmişti yatağanı. Fakat yatağan girdiği yerden geri çıkmıyordu.
Acı içinde uluyan kurt önce yakaladığı adamı uzağa doğru fırlattı, sonrasında kendisine
fazlaca yaklaşan rakibinin sol kolunu yakaladı. Yatağanı geri çıkartmaktan
vazgeçen bostancı sol kolunu kurtarmak için yumrukluyor, tekmeliyor fakat
hiçbir işe yaramıyordu. Bütün umutları tükenen savaşçı kurdun gözlerinin içine
son kez baktı ve öteki yatağanı da elinden bıraktı. Yere düşen yatağanın
sesiyle yaratık dişlerini hasmının boğazına geçirdi.
Kurdun
bostancıyı yakaladığı sıralarda duyduğu çekiç sesleriyle kendine gelmeye başlayan
İsrafil, yukarıdan süzülen ışığın altında meydana gelen dövüşü gördü.
Savaşçının ölümünün kesin olduğunu fark edip savrulduğu sırada az ileriye düşen
çantasına doğru koştu. İçinden çıkardığı hançer karanlıkta parıl parıl
parlıyordu. Kendisini uyandıran sesi arkasında bırakarak hedefine doğru ilerlemeye
başladı. Usulca hareket ederek öldürdüğü hasmını yemeye başlamış olan kurdun
arkasından yaklaştı. Yaratık arkasından yaklaşmakta olan tehlikeyi fark
edemeden havaya kaldırdığı gümüş hançeri sırtına sapladı İsrafil.
Acı
bir ulumayla ayağa kalkan kurt hiçbir hamle yapamadan yere düştü. Ağzından
çıkan altın sarısı ışık bir anlığına aydınlatmıştı ortalığı. Ortalığın
aydınlanmasıyla birlikte Rıza’nın da çığlığı yükselmişti. Elinde İsrafil’in
verdiği tokmakla ortaya çıkıp yerde yatan yaratığa doğru koştu. O gelene kadar
kurt eski halini almıştı. Kızının başını kucağına alıp saçlarını okşamaya,
ağlamaya başlamıştı. Henüz ölmemiş olan Handan yattığı yerden babası yerine
koyduğu adamın yüzüne bakıyordu. Davut omzunda pençe izleriyle kendine gelip
Rıza’nın omzuna koymuştu elini. İsrafil hiddetle bağırdı:
“-Böyle
bir mahluku aramızda nasıl gezdirirsiniz? Hiç mi akıl yok sizde?”
İsrafil’in
sözleriyle hiddetinden kıpkırmızı kesilen Çolak kızının başını kucağından
bırakmadan tek eliyle almış olduğu tokmağı ona doğru sallayarak bağırmaya
başladı.
“-Senin
gibi bir köpek bizimle olabiliyor da o neden olamıyormuş?! Neymiş? Ongunmuş da
şaman görebilirmiş de bu tokmak kırabilirmiş de… Külliyen yalan söyledi bize
hain pezevenk. Tılsımlı diye verdiği tokmakların bi boka yaradığı yok.”
Elindeki sopayı İsrafil’in üzerine doğru fırlatarak bitirdi sözlerini.
“-Ne
diyorsun ulan sen?”
“-Efendiler
sakin olun. Öncelikli işimizi unutmayalım.”
“-Siz
kızımı katletmeye uğraşırken ben onu esir alan mendeburu yok etmenin yolunu arıyordum.
Öncelikli iş dediğiniz ongun mudur engin midir ne zıkkımsa onu da buldum. Lakin
bu meymenetsiz zencinin verdiği sopalar hiçbir işe yaramadı. Zaten ilk
verdiğinde böyle silah mı olur dediydim.
Anca davul çalınır bunlarla.”
“-Nasıl
olur? O sopaların hepsini ustam hazırlatıp çantalara koydu. Sen ongunu
bulamamışındır. Zaten senin gibi ayyaşın ne bulduğunu anlayabileceğini bile
sanmıyorum.”
“-Kes
sesini İsrafil! Nerde buldun?”
“-Aha
şu tümseğin arkasında… Kadın şeklinde bir heykel... Zaten karanlıkta gözüme
parlayan bir o vardı.”
Rıza
sözlerini bitirdiğinde ayaktakiler tarif edilen tümseğe doğru baktılar. İsrafil
kendini uyandıran çekiç seslerinin ne olduğunu anlamıştı artık. Bu kendisinin
az evvel bilinçsiz üzerinde yattığı tümsekti. Fakat hala onun sözlerine
inanmıyordu. Ustası sopaları şamandan aldıktan sonra ona vermiş, o da biri
hariç hepsini çantaya yerleştirmiş diğerini de kendisi yanına almıştı.
Kafasındaki
düşüncelerle çantalarını geride bırakarak az evvel yattığı tümseğe doğru koştu
İsrafil. Davut da onu takip ederek peşinden koşmaya başladı. Yolun yarısında
arkada yaslı bir şekilde bıraktığı Çolak Rıza’ya acıyarak bir bakış
fırlattığında, adamın kucağında kızıyla dalgın bir şekilde oturduğunu gördü.
Gözleri dikkatle yerde duran bir şeye bakıyordu fakat fazla üzerinde durmadan
tümseğe doğru koşmaya devam etti.
Tümseğin
arkasına vardıklarında Rıza’nın tarifine uyan bir heykel bulmuşlardı. Yukarıdan
düşen ışık huzmelerinden biri heykelin birkaç adım ötesine düşüyordu. Heykelin
dibinde tek elle yapılmış kazı izleri vardı. Rıza’nın bahsettiği heykel
şüphesiz buydu. İsrafil eliyle heykeli iyice yoklayıp inceledikten sonra Davut’a
döndü:
“-Herifin
günahını almışım. Ongun bu, doğru söylemiş.”
“-Haydi, o
zaman. Ya Allah!”
Önce Davut
elindeki sopayı kaldırıp bir hışımla heykele savurdu. Fakat bu vuruş heykelde
bir çizik bile oluşturmamıştı. Çelebi’nin sopasının işe yaramadığını gören
İsrafil bu sefer kendi elindeki silahı havaya kaldırdı. Fakat daha elini işittikleri
ıslık sesini müteakip yere yığıldı koca adam. Davut hayretler içerisinde yerde
yatan adama baktığında sırtına saplanmış olan oku gördü. Okun geldiği yöne
doğru bakan Çelebi ışık huzmelerinin birinin içinde ipe bağlı halde yukarıdan
sarkan okçuyu gördüğünde şaşkınlığı kat kat arttı. Sağ elinin serçe parmağında
sıkıştırdığı ikinci oku yayına geren okçu Orakçı Osman’dan başkası değildi.
Osman’ın kirişi serbest bırakmasıyla ıslık çalarak havada süzülen ok, heykelin
tam kalbinin olduğu yere saplandı.
Okun saplandığı
anda içeride bir çığlık yankılandı. Kulaklarını kapatıp dizlerinin üzerine
çöken Davut gözleriyle yanı başındaki heykeli takip ediyordu. Mermerden oyma
heykelde okun saplandığı yerden itibaren çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Açılan
her çatlaktan dışarıya ışık sızıyordu. Sonunda güllesi ağzında sıkışmış top
gibi kendi içinde patladı heykel. Karanlık mekan birkaç saniyeliğine gözü kör
eden bir aydınlığa kavuşmuştu. Aydınlık yavaş yavaş yerini tekrar karanlığa
bırakırken Çolak Rıza bulunduğu yerden kafasını kaldırıp bir örümcek gibi yukarıdan
sarkan ipe tırmanan Osman’ı ve sırtına astığı altın gibi parlayan yayını gördü.
Onun peşinden de altın sarısı elbisesiyle yukarı doğru süzülen Abası’yı…
Yorumlar
Yorum Gönder