İsyan
Konuya nereden
başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş
durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir
insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama
sebep oldu.
İki
hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup
olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün
olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk
saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren
dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.
Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda beni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İçeri girip mekandaki lüksü görünce çaktırmadan ne kadar ödeyeceğimizi sordum, Hakan’a. Göz kırparak, “bendensin” anlamında bir işaret yaptı. Buraya kadar gelmiş olduğumuzdan durumu kabullenip, beklemek üzere konulmuş olan koltuklardan birine oturdum ve sehpanın üzerine saçılmış dergileri karıştırmaya başladım. İlginç bir şekilde hepsi tarihle uzaktan yakından alakalı dergilerdi. Yaklaşık yarım saatlik bekleyişten sonra bu kez, yalnızca beni, başka bir odaya aldılar. Bu yeni oda biraz daha otantik döşenmişti. Etraftaki resimler, eşyalar hepsi tarihin başka bir dönemini çağrıştırıyordu bende. Sanırım burada dönen oyunu çözmüştüm.
Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda beni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İçeri girip mekandaki lüksü görünce çaktırmadan ne kadar ödeyeceğimizi sordum, Hakan’a. Göz kırparak, “bendensin” anlamında bir işaret yaptı. Buraya kadar gelmiş olduğumuzdan durumu kabullenip, beklemek üzere konulmuş olan koltuklardan birine oturdum ve sehpanın üzerine saçılmış dergileri karıştırmaya başladım. İlginç bir şekilde hepsi tarihle uzaktan yakından alakalı dergilerdi. Yaklaşık yarım saatlik bekleyişten sonra bu kez, yalnızca beni, başka bir odaya aldılar. Bu yeni oda biraz daha otantik döşenmişti. Etraftaki resimler, eşyalar hepsi tarihin başka bir dönemini çağrıştırıyordu bende. Sanırım burada dönen oyunu çözmüştüm.
Kafamda
parçalarını birleştirip oyununu çözdüğüm Deniz olacak herifi beklemekteydim şimdi. İçeri
girecek ve ben de yüzüne vuracaktım nasıl bir dolandırıcı olduğunu. Beynimin içerisinde bunun diyaloglarını prova ediyordum. Fakat kendimi oyuna dahil edip,
etmemek konusunda kararsızlık
içerisindeydim. İçeriye girdiğinde ilk fark ettiğim şey, Deniz olacak herifin
aslında Deniz Hanım olduğuydu. Evet... Kibarlaşmamdan da fark edeceğiniz üzere
çok zarif bir kadındı Deniz Hanım. Beyaz teni, koyu kahve saçları ve çerçevesiz gözlüklerinin arkasında ışıl ışıl parıldayan masmavi gözleriyle anlattığı her yalana inanmanızı sağlayabilecek bir kadındı hatta. Üzerinde ciddi imajına uygun bir beyaz gömlek ve siyah pantolon vardı.
Hal böyle olunca artık kendimi oyunun içine dahil edip etmeyeceğimin de kararı
verilmiş oldu. Böyle anlarda verilmiş, önceki tüm kararlarım gibi bu da yanlış
bir karardı elbette. Belki de en yanlışı...
Deniz
-kendisine artık böyle hitap etmemi istiyordu- bana uygulayacağı yöntemden bahsetti biraz: “Önce yoğunlaşıp, sizi bugünkü sıkıntılarınızdan kurtaracağız. Sonra
geçmiş hayatınızdan kalmış parça parça anılarınızı bir yap-boz yapar gibi
birleştirip, o zamanki kimliğinize ulaşacağız.” Hipnozun bu kadar güzel
anlatılabileceğini bilmezdim. Uyguladığı teknikleri, evde denemeyin diye
detaylı anlatmıyorum. Zaten başladıktan çok değil beş dakika sonra yavaş yavaş gözlerim
kapanmaya başladı. Bana ne söyledi, kafamın içerisinde ne yaptı bilmiyorum. Ama
o andan sonra zamandan tamamen bağımsız olarak binlerce yılı baştan yaşadım.
Gözümü açtığımda ne kadar uyku halinde kaldığım konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Kim olduğum konusunda da en ufak bir fikrim yoktu. Öylesine yorgun ve öylesine
darmadağın olmuştum ki... Karşımda Deniz Hanım’ın dehşet içinde bana bakan yüzü
ve Hakan’ın endişeli bakışları vardı. Kendime gelmem birkaç dakika aldı. Hiçbir
şey söylemeden kapıdan çıkıp gittim. Arkamdan koşan Hakan’a bir kaç gün bu
konuyla ilgili konuşmak istemediğimi söyledim.
Gördüğüm
şeyleri önce kendi kendime bir gözden geçirmeliydim çünkü. Hafızamdaki görüntüler
o kadar gerçektiler ki inanmaktan başka çarem yoktu açıkçası. Ama “Bu bir
reenkarnasyon muydu?” diye soracak olursanız, benimki daha çok bir lanet
sanırım. Size o uyku halinde neler gördüğümü anlatayım, kendiniz karar verin:
Gördüğüm
ilk görüntü, bir cinayete dairdi. Kendi ellerimle öldürdüğüm kardeşimin yüzü...
Kargalardan esinlenerek yapmış olduğum mezar... Sonraki görüntülerin hepsi
başka başka cinayetleri anlatıyordu. Bu seferki katillerin hepsi farklı farklı,
fakat maktul hep aynıydı. Ben...
Öz
kardeşimi öldürdüğüm için lanetlenmiştim. Her ölümde yeniden dünyaya
gönderiliyor ve yeniden bir cinayete kurban gidiyordum. Taşla, sopayla darp
edildim; çıplak elle boğuldum; zehirlendim; hançer, kılıç, ok, kurşun aklınıza
gelecek her türlü silahla tekrar tekrar öldürüldüm. Yaşadığım ölümlerin hepsi;
kıskançlık krizleri, anlamsız kazalar, ayırmaya çalıştığım kavgalar, miras
anlaşmazlıkları, maksadını aşan şakalar gibi saçma sapan sebeplerden oluyordu.
Bir kaç kez de işlemediğim cinayetlerden dolayı idam edilmiştim. Bir kere bile
savaşta öldürülmemiştim. Yüzlerce kez ölmeme rağmen bir kez bile suikaste
kurban gidecek kadar önemli bir adam olmamıştım. Tarihin gerilim dolu bütün
senaryolarında pisi pisine ölen şişman, gözlüklü figürandım ben. Yaşadığım en
kayda değer hayat sanırım, üzerimde yeşil bir pelerin olduğu için öldürüldüğüm
hayatımdı. Ne kadar ilginç değil mi? Bu hayatımı anlatmam gerek. Çünkü ölümümün
bi anlam ifade ettiği tek hayatım bu...
Bundan
yaklaşık 1500 sene evvel; ben, ilginçtir, yine İstanbul’da yaşıyordum. Basit
bir marangozdum sadece. Gündüzleri işime gider, akşamları ise annemle birlikte
yaşadığım küçük kulübeme dönerdim. Bizans İmparatorluğu’nun başkenti, o zamanki
adıyla Konstantinapolis, tarihin her döneminde olduğu gibi kalabalıktı. O dönem
yeni tahta çıkmış olan İmparator Justinyen’in şehirdeki bazı gruplarla arasında
anlaşmazlıklar vardı. Aşağı tabakadan birini kraliçe yaptığı için halk,
Justinyen’e pek iyi gözle bakmıyordu. Özellikle de İmparatoriçenin ayaklarını
törenlerde öpmek zorunda kalan aritokrat kesim, durumdan epey rahatsızdı.
Durumdan
rahatsız olan bir diğer topluluk ise bir taraftar topluluğuydu. Yeşiller... O
dönem Konstantinapolis Hipodrom’unda sürekli olarak yarışlar düzenlenirdi.
Şehrin en büyük eğlencesi buydu. Yarışlarda iki takım vardı ve bunlar
renkleriyle anılırlardı. Maviler ve Yeşiller... Her kesimden yüzlerce destekleyicisi olan bu iki takım başkent halkını adeta iki ayrı kutba ayırmıştı.
Maviler taraftarları ve Yeşiller taraftarları...
İmparator’un
koyu bir Maviler taraftarı olduğu biliniyordu. Bu durum Yeşiller taraftarlarını
oldukça rahatsız etmekteydi. Çünkü onlar Justinyen’in Maviler’e ayrıcalık
yapacağından emindiler. Düşündükleri gibi de oldu... Maviler
taraftarlarının şehirde yapmış olduğu ufak tefek taşkınlıklara göz yumuluyor,
kesinlikle ceza verilmiyordu. Buna karşın Yeşiller, tüm yasalara uymak
zorundaydı ve bu kabul edilemezdi. Kısa sürede iki grup birbirine girdi.
Şehirde ufak çaplı çatışmalar meydana geliyordu. İmparator yarışlar esnasında
iki grubu da buna bir son vermeye çağırsa da bir türlü huzursuzluğun önüne geçilemedi.
Şimdi
gelelim benim bu hikayedeki rolüme... Dediğim gibi ben alelade bir marangozdum.
Öyle yarışlarla falan da işim olmazdı. Zaten kazandığım çok az parayla kıt
kanaat geçinirken, bir de bu çeşit eğlencelere para harcayamazdım. Benim
taraftar gruplarıyla bir işim yoktu. Yalnızca yaptığım masayı çok beğenmiş olan
terzi bir müşterim, borcu olan paranın yanı sıra bir de iyi kalite kumaştan bir
pelerin hediye etmişti bana. Ben de çok beğendiğim yeni pelerinimi alıp kendisine teşekkür ettikten sonra dükkandan çıktım. Biz alt tabakadan insanlar,
özel günler haricinde, pek pelerin giymezdik fakat benim hayatımda ilk defa bir
pelerinim oluyordu. Bu yüzden akşam olup eve dönme vakti geldiğinde pelerinimi
giyip sokakta gezmek istedim.
Eve
doğru giderken, Hipodrom’dan biraz uzakta yolumu bir grup genç kesti. İlk başta
ne istediklerini anlayamadım çünkü burası benim her gün evime gittiğim yoldu ve
bu yolda daha önce başıma hiçbir şey gelmemişti. Bunu onlara da anlatmaya
çalıştım. Ama onlar bana, kendilerinin Mavilerden olduğunu ve bulundukları sokaktan
hiçbir Yeşil pelerinlinin canlı olarak geçemeyeceğini, söylediler. Onlara,
benim taraftar olmadığımı, yalnızca basit bir marangoz olduğumu, anlattım.
Öyleyse, oradan geçmemin tek yolunun pelerinimi yakılmak üzere onlara vermem olduğunu söylediler.
Tabi ki bu kadar iyi kalite bir kumaşı heba etmek doğru olmazdı. Dolayısıyla
ben de, evime farklı bir yoldan gideceğimi, söyledim ve geriye döndüm. Biraz
uzaklaşmıştım ki arkamda bir hareketlilik hissettim. Geriye baktığımda az evvel
konuştuğum adamların benim peşimden koştuklarını gördüm. Derhal kaçmaya
başladım. Aya Sofya’ya sığınmanın en mantıklı hareket olacağını düşünerek, o
yöne doğru koştum. Zaten çok uzak olmadığından kiliseye hemen varmıştım. Fakat
onların da benimle birlikte içeriye girmesine engel olamamıştım.
Çok
geçmeden pelerini almak için bir çekiştirme başladı aramızda. Onlar almak için zorluyor,
bense vermemek için direniyordum. Pelerini bırakmayacağımı anladıklarında,
içlerinden bir tanesinin elindeki sopayı kaldırıp bana doğru hamle yaptığını
gördüm. Zaten bu hayatıma dair kafamdaki son görüntü de buydu. Kıytırık bir
kumaş parçası için... Durun! Kumaş parçası da değil; kıytırık bir kumaş
parçasının rengi yüzünden öldürülmüştüm.
Gerek
daha sonraki hayatlarımdan hatırladığım bazı detaylarda, gerekse bugün
karıştırdığım bazı tarih kitaplarında fark ettim ki; en anlamlı hayatım, daha
doğrusu ölümüm de bu olmuştu. Benim ölümümden sonra halk isyan etmiş. Kutsal
bir mekanda nasıl cinayet işlenebilir ve nasıl kimse ceza almadan işin içinden
sıyrılabilirdi! İmparator, artık olaylara müdahale etmenin zamanının geldiğini
düşünüp iki taraftar topluluğundan da yakalanan bir kaç kişiyi ölüm cezasına
çarptırmış.
Hipodromda yarışlardan önce bu sefer, iki takım taraftarları, Justinyen’den bir istekte bulunmuş ve bu insanların affedilmesini istemişler. İstekleri geri çevrilip tutuklular idam edilince Maviler ve Yeşiller, belki de kuruldukları günden beri ilk kez birlikte hareket ederek, Justinyen’i devirmek üzere ayaklanmışlar. Aralarında İmparator’un kuzeninin de bulunduğu bir grup aristokratla anlaşmış, kenti “Nika!” yani “Zafer!” çığlıklarıyla yağmalamışlar. Çareyi kaçmakta bulan Justinyen, Konstantinapolis’i terk etmek üzere hazırlanırken, bu kez aşık olduğu karısı, Theodora, ona isyan etmiş; kaçak bir hiç olarak yaşamaktansa bir imparatoriçe olarak ölmek istediğini söylemiş. Bu sözlerle karar değiştiren İmparator güvendiği üç kumandanıyla birlikte bir plan yapıp isyanı bastırma hazırlığına girişmiş. Ertesi gün olduğunda plan derhal işleme konmuş.
Hipodromda yarışlardan önce bu sefer, iki takım taraftarları, Justinyen’den bir istekte bulunmuş ve bu insanların affedilmesini istemişler. İstekleri geri çevrilip tutuklular idam edilince Maviler ve Yeşiller, belki de kuruldukları günden beri ilk kez birlikte hareket ederek, Justinyen’i devirmek üzere ayaklanmışlar. Aralarında İmparator’un kuzeninin de bulunduğu bir grup aristokratla anlaşmış, kenti “Nika!” yani “Zafer!” çığlıklarıyla yağmalamışlar. Çareyi kaçmakta bulan Justinyen, Konstantinapolis’i terk etmek üzere hazırlanırken, bu kez aşık olduğu karısı, Theodora, ona isyan etmiş; kaçak bir hiç olarak yaşamaktansa bir imparatoriçe olarak ölmek istediğini söylemiş. Bu sözlerle karar değiştiren İmparator güvendiği üç kumandanıyla birlikte bir plan yapıp isyanı bastırma hazırlığına girişmiş. Ertesi gün olduğunda plan derhal işleme konmuş.
Öncelikle
Maviler taraftarlarıyla bir anlaşma yapılmış. İmparator bir Maviler taraftarı
olduğundan ve yerine geçirilmesi düşünülen kişi de Yeşiller taraftarı olduğundan
bu anlaşmada zorluk çekmemiş elçi. Böylece ertesi gün yarışlar başlamadan önce
Hipodrom tribünlerini dolduranlardan Maviler, Yeşiller ne olduğunu anlayamadan
sessizce çıkıp gitmişler ve Yeşilleri kumandan Belisarios’un silahlı
adamlarıyla başbaşa bırakmışlar. Hipodrom’um kapıları kapalı olduğundan içeride
olan hiçbir taraftar sağ olarak dışarı çıkamamış ve yaklaşık 30.000 taraftar
katledildikten sonra, ayaklanma bastırılmış. Bu ayaklanma sonrasında
İmparator Justinyen,neredeyse bütün Konstantinapolis’i, yıkılan Aya Sofya Kilisesiyle
beraber, baştan inşa ettirmiş.
İşte benim yüzlerce katlimden, en kayda
değeri... Ben Kabil’in lanetlenmiş ruhuyum ve bu lanet korkarım ki kıyamete
kadar üzerimden kalkmayacak. Acaba bu hayatımda nasıl bir cinayet bekliyor
beni? Yaşadığım işkenceler geliyor gözümün önüne ve titriyorum. Ya yine bu
şekilde olursa... Belki de bu ihtimali ortadan kaldırmak için evden çıkmamak en
iyisi. Çıldırmak üzereyim sanırım. Balkona çıkıp biraz hava alsam iyi olur...
Fakat bu korna sesleri, bu arabalar...
Sırtımda bir
soğukluk hissediyorum. Sanırım yerdeyim... Gözlerimi açmakta zorlanıyorum.
Allah’ım! Bu elimdeki kan mı? Vuruldum mu? Peki bu seferki neden? Doğru ya!
Bugün şampiyonluk kutlamaları vardı...
Cuk
YanıtlaSilİnsanı geçmişe götüren hoş bir hikaye olmuş.
YanıtlaSilTeşekkürler.
Ziyaaaaaa, ama iyi yazmışsın birader tebrikler.
YanıtlaSil