Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-10


ŞAMAN
Su iyice çekilip zemindeki taşlar meydana çıktığında dairesel mekanın tam ortasında bir ateş yakıp, kendilerine dinlenebilecekleri birer köşe aramaya başladılar. Baba, kız karşılıklı iki kapının arasında kalan geniş duvar yüzeyine doğru gitti. İsrafil, efendisi etrafa bakınırken girdikleri kapının hemen yanına yerleşmiş onun yerini de hazırlamıştı. Diğerleri öbür iki kapıdan gelebilecek tehlikeleri önceden karşılamak için birbirlerine yeteri kadar mesafeyle kapılara yakın olacak şekilde yerleşmişlerdi. Yalnızca bostancı ateşin başında oturmuş diğerlerinin hareketlerini takip ediyordu. Yemekten önce hepsi elbiselerini çıkarıp kurumaları için daha evvelden duvarlara çakmış oldukları çengellere gerdikleri iplere astılar. Çengelleri elbiseler asıldığında kendilerine bir çadır oluşturacak şekilde çakmışlardı.
Herkes hazırlıklarını tamamladığında İsrafil, Hamza ve bostancının yol boyunca yanlarında taşımış oldukları erzaklar ateşin başında toplandı. Su baskınından sonra pek azı ıslanmadan kurtulabilmişti. Davut Çelebi, Handan’ın yemeğini götürüp çadırının önüne bıraktı. Onun da geri gelip diğerlerinin yanına gelip oturmasıyla yemek başladı. Ateşin etrafında halka oluşturarak oturan yolcular yiyebilecekleri kadar yemeği önlerine almış sessizce yemeye koyulmuşlardı. Deniz tuzundan nasibini almış yiyeceklerin bazılarını yerken yüzlerini buruşturuyor, fakat elde olan tek yiyecek bu olduğundan ses çıkarmadan yemeğe devam ediyorlardı.
Yemekten ilk kalkan Davud Çelebi olmuştu. Çadırına varır varmaz gaz lambasını yakmıştı. Ondan hemen sonra kalkan İsrafil ise efendisinin emri üzerine ıslanan kitap yaprakları için bir ip daha germiş ve sayfaları tek tek asmaya başlamıştı. Hamza hareketli günün yorgunluğuyla çadırına gider gitmez uykuya daldı. Horlaması ateşin başına kadar geliyordu. Sona kalan dört kişi yemeklerini bitirmiş olmalarına rağmen sessiz sedasız ateşin başında oturuyordu. Çolak Rıza oturduğu yerden dizleri üzerinde hareket ederek Osman’ın yanına kadar geldi. Elini öpmek üzere yere kadar kapandı.
“-Ver o mübarek elini öpeyim beyim. Bana canımı bağışladın. Allah senden razı olsun.”
“-Tamam Rıza. Uzun etme. Git bak bakalım kızının durumu nasıl?”
Ateşin sağladığı ışık etrafı çok fazla aydınlatmasa da adamın gözlerindeki minnettarlık odanın diğer ucundan bile fark edilebilirdi. Osman’ın sözüyle geldiği gibi dizlerinin üzerinde geri geri çekilen Rıza önce kızının bulunduğu çadıra bir göz attı. Sonra kendisi için hazırladığı yere geçerek dinlenmeye başladı. Bu sıra gözleriyle onu takip eden Cadıcı’nın dudaklarından şu soru çıktı:
“-Nasıl anladın onun şaman olduğunu?”
“-Bu adam Galata’da gördüğün diğer ayyaşlara benzemez. Gördüğü şeyler yüzünden kendini deli sanıp bimarhaneye kapatmasınlar diye içip içip saçma sapan şeyler anlatır. Millet de ayyaşlığına yorar.”
“-Bimarhane...”
Bu sözcükle çok uzaklara gitmişti sanki Bedreddin. Baktığı yer Rıza’nın çadırıydı belki ama gördüğü yer orası değildi ihtiyarın. Ateşin kızıl parlaklığı beyaz sakallarına vuruyor, yılların yorgunluğunun göstergesi kırışıklıkları iyice ortaya çıkıyordu. Gözlerini ayırmadan anlatmaya başladı ihtiyar. Anlattıkça da gözleri dolup boşalıyordu:
“-Ben aslında söylendiği gibi ezelden beri bu işi yapmıyorum. Bimarhane dedin ya... İşte ben 30 sene evveline kadar Edirne’deki Bayezid şifahanesinde idim. Nam salmıştı o vakitler şifahanemiz. Cennetten bir köşeydi adeta... Her yanında eşsiz kokular olan, bir yanda su sesleri diğer yanda sazendelerin taksimleri... acemaşiran, sazkar, neva, nihavend... Hepsi tedavinin bir parçasıydı elbet. Derdi olan gelir dermanını almadan gitmezdi. Nice mecnunlar elimizden şifasını buldu.
“-O zamanlar ben böyle hortlak hikayelerine güler geçerdim elbet. ‘İlim irfan sahibi olmuş 50 yaşında adamım inanmam öyle hurafelere, görenleri bana gönderin iyi ederim ben.’ derdim. Derdim ya, sonra günün birinde büyük konuşmamın cezasını çektim. Efendi o senelerde benim bir tanecik evladım vardı. Allah rahmet eylesin zevcemle geç çocuk sahibi olduk. Çocuk doğduktan sonra o da çok yaşamadı. Ardında da emanet onu bıraktı bana. Yavrum buluğ çağına geldiğinde gördüğü şeylerden bahsetti bana. Oradaki delilerden öğrenip anlatıyor sandım ilkin. Daha sonra orada olmayan varlıklarla konuşurken yakaladım birkaç kez. Garip şekilli mahluklar çiziyor bunların kendisine söylediği şeylerden bahsediyordu. Yapılacak şey belliydi bana göre. Öz oğlumu diğer mecnunlarla birlikte tedavi etmeye başladım. Lakin ne mümkün... Öbür delilerin biri geliyor diğeri gidiyor, bizim oğlanda hiç iyileşme emaresi yok.
“-Birkaç sene böyle geldi geçti. Bir gün üzerinde Yörük kıyafetleriyle yaşlı bir kadın geldi şifahaneye. Tipinden belliydi aklının yerinde olmadığı. Buyur edecekken benim oğlandan bahsetti. ‘Senin oğlan mecnun değil efendi. Bu seferkinin şifası sende değil bendedir. Müsaade et bakıvereyim.’ deyince, sinirlenip kapı dışarı ettim. Para koparmaya gelen büyücülerden biri sandım. Çok sürmedi benim oğlan kendini bimarhanenin damından aşağı bıraktı... Cenaze namazı bile kılınmadan defnettim yavrumu.
“-Neden bilmem oğlumun ölümünden o yaşlı cadıyı mesul tutmuştum. Peşine düşüp araştırmaya başladım. Birkaç ay sonunda Anadolu’ya doğru giden konargöçer Yörük obalarından birinde buldum onu. Çadırına girdim ağzıma geleni saydım. Bütün nefret dolu sözlerime karşın gülümseyerek dinledi beni. Sonra her şeyi anlattı. Evvelden inanmadım fakat oğlumun gördüğü çizdiği her şeyi birebir tarif ederek anlatıyordu. Böyle bir şey mümkün değildi. Meğer yaşlı kadın obanın şamanıymış. Kam Ana diyorlardı ona. Sonra oturdum dinledim. Ben dinledikçe o anlattı. Aylar geldi geçti, artık anlatacak bir şeyi kalmadığında gönderdi beni obadan.
“-Ondan ayrıldıktan sonra dünyayı dolaşmaya başladım. Mısır, Mardin, Kırım, Budin... Devlet-i Ali Osman’da ayak basmadığım toprak kalmadı. Kam Ana’dan öğrendiklerimin üzerine çok şey ekledim. İşte böyle Osman Bey… İhtiyar adamın anlatacak hikayesi çok olur. Kafanı şişirdik senin de... Şimdi uyumak vaktidir. Haydi Allah rahatlık versin.”
Yaşlı adam gözünden akan yaşları çarçabuk silip ayağa kalktı. Gereğinden fazla konuştuğunu düşünüp kendi kendisine kızarak çoktan uykuya dalmış olan İsrafil’in yanına gitti. Etraftaki kitap sayfalarını kontrol edip uyuyan adamın üzerini örttü. Sonrasında kendisi de uyumaya başladı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy