MEYHANE
Dört kişi bahsi
geçen kapıyı bulmak için karanlık meyhanenin duvarlarını karış karış ararken,
onlara iştirak etmeyen yalnızca bostancı idi. Sultan onu hiçbir şeye karışmamak
yalnızca gözcülük etmek üzere göndermişti. Elleri daima belindeki yatağanlarda
hazır bekliyordu. Diğerleri onun varlığını görmezden gelerek arayışlarını
sürdürüyorlardı. Aramaktan sıkılan Deli Hamza artık söylenmeye başlamıştı.
“-Yahu biz ne
arıyoruz burada? Taşları elleyerek kapı bulunsa bostancılar kırk tane kapı
açmıştı burada.”
“-Söyledim ya
evladım. Kapatılmış bir kapı arıyoruz diye. Duvarları inceleyeceksin
diğerlerinden farklı bir yüz görürsen haber vereceksin.”
“-Vallahi bu
taşların hepsi aynı bana sorarsan. Sarraf mıyım, nakkaş mıyım? Ne anlarım ben
taştan.”
İhtiyarla
Kosovalı’nın tartışması esnasında meyhaneden içeri yine birileri girdi.
Bostancı duruşunu bozmadan gözünü bu yeni giren üç kişiye çevirmişti. İki kişi
de artık tartışmalarına son vermişti.
Gelenlerden biri az evvel meyhaneyi terk eden Davut Çelebi idi. Yanında
iki kişi daha getirmişti. Bunlar Çolak Rıza ile kızından başkası değildi. Grubun
hemen arkasından içeri dalan bir bostancı içerideki bostancının soğuk
bakışlarıyla karşılaşınca girdiği kapıdan usulca geri döndü. Çolak Rıza’nın
yüzünde yılışık bir gülümseme vardı.
“-Beyim! Beni
istetmişsin koşa koşa geldim.”
Orakçı Osman
sanki onu hiç duymamış gibi Çelebi’ye döndü:
“-Kızı neden
getirdin?”
“-Babamı yalnız
başına bırakmam diye tutturunca mecbur kaldım.”
“-Ama bu kadarı
da fazla artık! Daha kaç kişi getirmeyi düşünüyorsunuz aşağıya?”
Bedreddin’in
sinirden kıpkırmızı olmuş yüzü meyhanenin karanlığında dahi belli oluyordu.
Bostancı’nın yeni gelenlere doğru bir adım attığını fark eden Osman onu
durdurdu:
“-Bu herifin
işe yarayacağını düşünüyorum. Birkaç dakika içinde kapıyı bulacaktır. Bu
meyhaneyi kimse ondan daha iyi bilemez. Öyle değil mi Çolak?”
“-Vallahi Beyim
şimdi bu haliyle görünce şüpheye düştüm. Bu meyhane o meyhane mi? Yani iyi
bilirim tabi ama kapı dediğiniz şeyin ne olduğunu tam olarak anlayamadım.”
“-İyi düşün
bakalım. Buralarda kimsenin bilmediği geçit gibi bir şey var mı?”
“-Olmaz mı
beyim? Sizi Artim’in gizli hazinesini sakladığı yere götüreyim.”
Kalabalık Çolak
Rıza’yı tezgahın arkasına kadar takip etti. Yerdeki belli belirsiz halkayı
kaldırınca karanlıkta belli olmayan koca bir kapak açıldı. Kapaktan içeri ışık
tuttuklarında aşağıya doğru uzanan ahşap bir merdivenle karşılaştılar.
“-Garip şey! Bu
merdiven daha dün örümcek ağlarıyla kaplıydı. Meyhanenin yeni sahipleri çok
titiz insanlar demek ki. Bütün her yerini temizlemişler. Aaah Artim ah! Beni
burada her yakaladığında ne sopa atardı. Nur içinde yatsın.”
“-Ulan madem
burasını da temizlediniz niye söylemiyorsunuz kapak var burada diye?”
İhtiyar cadıcı
sinirinden ufak tefek cüssesine aldırmadan bostancının üzerine atılsa da can
yoldaşı İsrafil onu kapkara kollarıyla yakaladı. Kalabalık, ellerinde gaz
lambalarıyla Çolak Rıza’nın peşinden bu nereye açıldığı belli olmayan kapağın
içerisine dalmıştı. Aşağı iner inmez Çolak Rıza’nın hazine diye sözünü ettiği
şeyin ne olduğunu anlamaları uzun sürmemişti. Burası meyhanenin şarap
mahzeniydi.
Çolak Rıza
hazinesine kavuşmuş fıçılardan birisinin tıpasını açmaya çabalarken diğerleri
kendilerini tünellere götürecek bir yol aramaya başlamışlardı. Ayaklarının
altında farelerin gezmekte olduğunu fark ediyor fakat göremiyorlardı. Aşağısı
meyhaneden daha karanlıktı. Gaz lambaları en fazla bir adım ötesine kadar
aydınlatabiliyordu. İçerisi ancak Bedreddin ve Rıza’nın ayakta durabileceği
yükseklikteydi, ekibin geri kalanı iki büklüm vaziyette bütün duvarları boydan
boya fıçılarla kapatılmış olan mahzende beyhude bir arayış içerisine
girmişlerdi.
Karanlıkta el
yordamıyla arama sürerken birkaç fıçının devrilme sesi duyuldu. Gaz lambasını
sese doğru tutan Hamza bir meşalenin havada kendi kendine durduğunu görüyordu.
Meşalenin alevi devrilen fıçıların yerinde açılan boşluğa doğru
hareketleniyordu. Hamza’nın hemen arkasında bulunan Bedreddin’in coşkulu sesi
duyuldu.
“-Tabi ya! Alev
havanın geldiği yöne ilerlemeye çalışıyor. İsrafil sen bir dahisin.”
“-İsrafil mi?
Ben de iyi sıhhatte olsunlar geldi sandım. Herife ışık tutuyoruz gene
gözükmüyor.”
Işığı yeterince
yaklaştırıp duvarı görebildiklerinde karşılarında ancak kollarının girebileceği
kadar geniş bir delik buldular. Davut Çelebi duvarın geri kalan kısmını
incelediğinde deliğin açıldığı kısmın diğerlerine nazaran daha küçük taşlarla
örüldüğünü fark etti. Belli ki zamanında geçit olarak kullanılan bu bölüm
sonradan kapatılmış, fareler yeniden açıncaya kadar da kapalı kalmıştı.
“-Kesin olarak
eminim ki geçit bu deliğin arkasındadır. Kırmaya başlayalım ağalar! Ya
Bismillah!”
Yorumlar
Yorum Gönder