Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-8


MEYHANE
Dört kişi bahsi geçen kapıyı bulmak için karanlık meyhanenin duvarlarını karış karış ararken, onlara iştirak etmeyen yalnızca bostancı idi. Sultan onu hiçbir şeye karışmamak yalnızca gözcülük etmek üzere göndermişti. Elleri daima belindeki yatağanlarda hazır bekliyordu. Diğerleri onun varlığını görmezden gelerek arayışlarını sürdürüyorlardı. Aramaktan sıkılan Deli Hamza artık söylenmeye başlamıştı.
“-Yahu biz ne arıyoruz burada? Taşları elleyerek kapı bulunsa bostancılar kırk tane kapı açmıştı burada.”
“-Söyledim ya evladım. Kapatılmış bir kapı arıyoruz diye. Duvarları inceleyeceksin diğerlerinden farklı bir yüz görürsen haber vereceksin.”
“-Vallahi bu taşların hepsi aynı bana sorarsan. Sarraf mıyım, nakkaş mıyım? Ne anlarım ben taştan.”
İhtiyarla Kosovalı’nın tartışması esnasında meyhaneden içeri yine birileri girdi. Bostancı duruşunu bozmadan gözünü bu yeni giren üç kişiye çevirmişti. İki kişi de artık tartışmalarına son vermişti.  Gelenlerden biri az evvel meyhaneyi terk eden Davut Çelebi idi. Yanında iki kişi daha getirmişti. Bunlar Çolak Rıza ile kızından başkası değildi. Grubun hemen arkasından içeri dalan bir bostancı içerideki bostancının soğuk bakışlarıyla karşılaşınca girdiği kapıdan usulca geri döndü. Çolak Rıza’nın yüzünde yılışık bir gülümseme vardı.
“-Beyim! Beni istetmişsin koşa koşa geldim.”
Orakçı Osman sanki onu hiç duymamış gibi Çelebi’ye döndü:
“-Kızı neden getirdin?”
“-Babamı yalnız başına bırakmam diye tutturunca mecbur kaldım.”
“-Ama bu kadarı da fazla artık! Daha kaç kişi getirmeyi düşünüyorsunuz aşağıya?”
Bedreddin’in sinirden kıpkırmızı olmuş yüzü meyhanenin karanlığında dahi belli oluyordu. Bostancı’nın yeni gelenlere doğru bir adım attığını fark eden Osman onu durdurdu:
“-Bu herifin işe yarayacağını düşünüyorum. Birkaç dakika içinde kapıyı bulacaktır. Bu meyhaneyi kimse ondan daha iyi bilemez. Öyle değil mi Çolak?”
“-Vallahi Beyim şimdi bu haliyle görünce şüpheye düştüm. Bu meyhane o meyhane mi? Yani iyi bilirim tabi ama kapı dediğiniz şeyin ne olduğunu tam olarak anlayamadım.”
“-İyi düşün bakalım. Buralarda kimsenin bilmediği geçit gibi bir şey var mı?”
“-Olmaz mı beyim? Sizi Artim’in gizli hazinesini sakladığı yere götüreyim.”
Kalabalık Çolak Rıza’yı tezgahın arkasına kadar takip etti. Yerdeki belli belirsiz halkayı kaldırınca karanlıkta belli olmayan koca bir kapak açıldı. Kapaktan içeri ışık tuttuklarında aşağıya doğru uzanan ahşap bir merdivenle karşılaştılar.
“-Garip şey! Bu merdiven daha dün örümcek ağlarıyla kaplıydı. Meyhanenin yeni sahipleri çok titiz insanlar demek ki. Bütün her yerini temizlemişler. Aaah Artim ah! Beni burada her yakaladığında ne sopa atardı. Nur içinde yatsın.”
“-Ulan madem burasını da temizlediniz niye söylemiyorsunuz kapak var burada diye?”
İhtiyar cadıcı sinirinden ufak tefek cüssesine aldırmadan bostancının üzerine atılsa da can yoldaşı İsrafil onu kapkara kollarıyla yakaladı. Kalabalık, ellerinde gaz lambalarıyla Çolak Rıza’nın peşinden bu nereye açıldığı belli olmayan kapağın içerisine dalmıştı. Aşağı iner inmez Çolak Rıza’nın hazine diye sözünü ettiği şeyin ne olduğunu anlamaları uzun sürmemişti. Burası meyhanenin şarap mahzeniydi.
Çolak Rıza hazinesine kavuşmuş fıçılardan birisinin tıpasını açmaya çabalarken diğerleri kendilerini tünellere götürecek bir yol aramaya başlamışlardı. Ayaklarının altında farelerin gezmekte olduğunu fark ediyor fakat göremiyorlardı. Aşağısı meyhaneden daha karanlıktı. Gaz lambaları en fazla bir adım ötesine kadar aydınlatabiliyordu. İçerisi ancak Bedreddin ve Rıza’nın ayakta durabileceği yükseklikteydi, ekibin geri kalanı iki büklüm vaziyette bütün duvarları boydan boya fıçılarla kapatılmış olan mahzende beyhude bir arayış içerisine girmişlerdi.
Karanlıkta el yordamıyla arama sürerken birkaç fıçının devrilme sesi duyuldu. Gaz lambasını sese doğru tutan Hamza bir meşalenin havada kendi kendine durduğunu görüyordu. Meşalenin alevi devrilen fıçıların yerinde açılan boşluğa doğru hareketleniyordu. Hamza’nın hemen arkasında bulunan Bedreddin’in coşkulu sesi duyuldu.
“-Tabi ya! Alev havanın geldiği yöne ilerlemeye çalışıyor. İsrafil sen bir dahisin.”
“-İsrafil mi? Ben de iyi sıhhatte olsunlar geldi sandım. Herife ışık tutuyoruz gene gözükmüyor.”
Işığı yeterince yaklaştırıp duvarı görebildiklerinde karşılarında ancak kollarının girebileceği kadar geniş bir delik buldular. Davut Çelebi duvarın geri kalan kısmını incelediğinde deliğin açıldığı kısmın diğerlerine nazaran daha küçük taşlarla örüldüğünü fark etti. Belli ki zamanında geçit olarak kullanılan bu bölüm sonradan kapatılmış, fareler yeniden açıncaya kadar da kapalı kalmıştı.
“-Kesin olarak eminim ki geçit bu deliğin arkasındadır. Kırmaya başlayalım ağalar! Ya Bismillah!”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                ...

Bölüm-3

Kayalıkların etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar kö...

Kudret Nişanı

Kudret Nişanı   “ Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz'ü la-yetecezza"da yoğun bir kudret vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. El-cüz’ü la-yetecezza parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'nın kudret nişanıdır." -Cabir Bin Hayyan (721 Horasan-815 Kufa) .........   “Demek, 'Allah’ın kudret nişanı’nın varlığı doğruymuş.” dedi, Şah Alaaddin Muhammed, elindeki kağıdı okuduktan sonra, bunu kendisine ulaştıran elçilere dönerek. Eyyubilerin yeni hükümdarı, Melik Kamil’in gönderdiği bu haber, belli ki Şah’ı çok önemli bir karar vermek zorunda bırakmıştı. Harizm şehrinde doğup, Batı Asya’nın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı, Alaaddin Muhammed’in umutsuzluğu yüzünden okunmaktaydı. Son kararını vermeden evvel kağıtta özü yazılmış olan mesajı bir de elçilerin ağzından duymak istedi:   ...