CADICI
Ertesi sabah üç
adam, ev sahiplerine teşekkürlerini sunduktan sonra, Sultan’ın verdiği görevi yerine
getirmek üzere meyhaneye doğru yola çıktılar. Galata sokaklarında insanlar
cinayetleri bir kenara bırakmış, birden bire ortadan kaybolan sokak
serserilerinden bahseder olmuştu. Artık payitahtın ecinniler tarafından işgal
edildiğinden emindi halk. Birkaç kez saraya kadar gidip göç izni almaya
uğraşmışlarsa da padişahın konuyla bizzat ilgilendiğinin haberini alıp geri
gönderilmişlerdi.
Meyhaneye
yaklaştıkları sırada yanlarından geçen birbirinin kopyası gibi duran sekiz
kişilik bir grup dikkatini çekti Davud Çelebi’nin. Bu iri yarı adamlar
yüzlerini göstermeyen kıyafetler içerisinde göz açıp kapayıncaya kadar sokağın
köşesinden dönüp kaybolmuşlardı. Daha o sormaya fırsat bulamadan Hamza
açıklamayı yaptı:
“-Sultan vakit
kaybetmeden göndermiş bostancıları.”
Bostancı lafını
duyduğunda belli belirsiz bir ürperme hissetti Çelebi. Padişahın yakın koruması
olmak üzere yeniçeriler arasından seçilen bu askerler daha çok öldürdükleri
şehzadelerle bilinirlerdi. Fatih Sultan Mehmed’den beri süregelen geleneği
yerine getiren bostancılar, Sultan III. Mehmed tahta çıktığı zaman bir gecede 19
şehzadeyi boğazlamışlardı. Fakat yeni sultan, babasının aksine, bu geleneği
sürdürmeyi reddederek kardeşi Mustafa’yı katletmek yerine onu Yedikule Zindanları’na
hapsetmeyi uygun görmüştü.
Meyhaneden
içeri girdiklerinde gördükleri manzara hayret vericiydi. Bir önceki gecenin
bütün izleri hiçbir şey yaşanmamışçasına ortadan yok olmuştu. Etrafta bırakın
cesedi kandamlası dahi kalmamıştı. Kırılan masalar, sandalyeler yenileriyle
değiştirilmiş; testiler düzgünce yerine yerleştirilmiş, masalara örtüler
örtülmüş, duvardaki yosunlar dahi temizlenmiş... Bostancılar temizlik işini
abartınca eskisinden bile daha iyi duruma getirmişlerdi meyhaneyi. Yeni
meyhanenin sabahın o saati olmasına rağmen müşterisi bile vardı.
Ayakta duran
tek kişinin sokakta yanlarından geçen bostancılardan biri olduğu apaçık
ortadaydı. Bostancının hemen yanında durduğu masada iki kişi vardı. Sessizce
yerinde oturan kişi iri kıyım bir hadımdı. Masadakilerden yaşlı olanı ise yerinde
doğrulmuş bostancıya bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Memnuniyetsizliği hal ve
tavrından belliydi. Bostancı yaşlı adamın sözlerine tepki vermeden gözlerini
içeri yeni giren üç kişiye dikmiş bakıyordu. Sözlerine karşılık bulamayacağını
anlayan ihtiyar yüzünü bostancının baktığı yöne çevirdiğinde içeri yeni
girenleri fark etti.
“-Söyledim
size. Bu uzmanlık gerektiren bir iştir. Sizin toyluğunuz bana yalnız ayak bağı
olacak. İçeriye İsrafil’le ben girsek yeter. Fazla adama gerek yok.”
“-Dur hele bir
soluk alalım beybaba! Girer girmez savma bizi başından.”
Deli Hamza’nın
ne görünüşünün ne de sözlerinin ihtiyar üzerinde bir etkisi olmamış gibiydi.
Yaşlı adam karşısında duran bu üç kişi şöyle bir baştan aşağı süzdü ve
sözlerine devam etti.
“-Sözlerimi
yanlış anlamayın yiğitler. Elbette ki karşımızda ete kemiğe bürünmüş bir düşman
olsa sizden iyisi bulunmaz. Lakin, bu iş başka. Sizin bu deyyuslara daha evvel
denk geldiğinizi hiç sanmam.”
“-İçeri girecek
olanlar burada bulunan bu altı kişidir. Sultanımızın emri bu yöndedir.”
Bostancının
sözleri tartışmaya noktayı koymuştu. Sultan bostancıyı gözü kulağı olmak üzere
ekibin peşinden göndermişti.
“-Görünen o ki
bu laf anlamaz herifle tartışmanın hiçbir anlamı yok. Benim adım Bedreddin.
Cadıcı Bedreddin diye bilinirim belki duymuşsunuzdur. Bu da yardımcım İsrafil…”
Tanışma faslı
sonrasında Cadıcı Bedreddin herkesi masanın etrafına toplayıp bildiklerini
anlatmaya başladı. Beş adam güneş girmeyen meyhanenin gaz lambasıyla aydınlanan
masalarından birinde Cadıcı’yı dinlemeye koyuldu.
“-Yaklaşık üç
aydır sultanımızın emri üzerine İstanbul’da cereyan eden ilginç hadiseleri
araştırmaktayım. İnsanların birbirlerini katletmeleri ilk kez karşılaştığım bir
hadise değil elbet. Cesetleri incelediğimde gördüğüm diş izleri ve kayıp
uzuvlardan ötürü katilin öldürdükleriyle beslendiği sonucuna vardım. İlkin bir
hastalığın yayıldığını düşünmüş olsam da sonrasında gördüm ki bu hadiseler
sultanımızın da öngördüğü gibi olağan hadiseler değil.”
Bedreddin
sözlerine ara verip dinleyenlerin tepkilerini ölçmek istercesine hepsini birer
birer süzdü. Herkes tepkisiz şekilde dinlemekteydi. Yalnızca Davud Çelebi
meraklı gözlerle onu takip etmekteydi. Sessizliği fırsat bilen Çelebi sorusunu
sordu:
“-Balkan
toplumlarında ‘upir’ diye rivayet olunan şey midir bu?”
“-Hayır! Keşke
öyle olsa… Benim düşünceme göre cinayetlerin arkasında olan yaratık eski şaman
kültüründe sık sık bahsi geçen ‘abası’lardan biridir. Bunlar leşle beslenir.
İnsanlara musallat olur türlü fenalık yaptırırlar. Yer altında yaşayıp ancak
beslenmek için gün batımından sonra çıkarlar yuvalarından. Bu sebepledir ki
şehrin dehlizlerini araştırmak lazım gelir.”
“-Peki, aşağı
iner inmez karşımıza çıkacak mı bu yaratık nerden bulacağız?”
Hamza soruyu
sorduktan sonra Cadıcı İsrafil’in yanında bulunan büyükçe bir çantadan iki parşömen
çıkartıp masanın üzerine serdi. Bir tanesi İstanbul haritasıydı fakat diğerinin
ne olduğu pek anlaşılmıyordu. Üzerindeki yazılar Osmanlıca olmayan İkinci kağıt
Davut Çelebi’nin ilgisini çekmiş onu incelemeye koyulmuştu. Konuşmanın geri
kalan kısmını bu kağıtlar üzerinde anlatarak devam etti Bedreddin.
“-Yaratığın
nerede olabileceğine dair bazı saptamalarda bulundum. Cinayetler şehrin
genelinde meydana geliyor olsa da sıklıkla Galata bölgesinde hadiselerin daha
sık yaşanması yaratığın bu civarda olduğunu düşünmeme sebep oldu. Saray
kütüphanesinde bulduğum bu eski Bizans yazması parşömende İstanbul’un altındaki
tünellerin yerlerini gösteren bir haritadır. Bu haritaları çakıştırdığımızda
Galata’da bir giriş kapısı olduğunu görüyoruz. Bu kapı haritaya göre meyhanenin
olduğu yere denk geliyor. Öncelikli işimiz bu kapıyı bulmak. Sonrasında
tünellere girip Abası’nın yuvasına ulaşıp icabına bakacağız.”
“-Tam olarak
nasıl icabına bakacağız? Kılıç işliyor mu bu yaratığa?”
“-Bu kısım biraz
sıkıntılı olacak. Aşağıda arayacağımız şey abasının kendisi değildir. Zaten bu
mahlukları şamanlardan başkası göremez. Fakat bağlı bulunduğu nesneyi
bulabilirsek…”
“-Sen şaman
değil misin?”
“-Ben şaman
değilim cadıcıyım. Benim işim bu yaratıkları bulup yok etmek onlarla bağlantı
kurmak değil. Şamanlar çok nadir bulunurlar. Halk içinde deli diye anılırlar
kimsenin görmediği varlıkları gördükleri için. Şu anda bir şaman bulmak için zamanımız
yok. O sebeple vakit kaybetmeden kapıyı aramaya koyulalım derim.”
Masadakilerin
içini bir huzursuzluk kaplamıştı. Göremedikleri bir şeyle savaşa gitmek intihar
etmekten farksızdı. Orakçı Osman o sıra yine kağıtlarını çıkartmış hesap yapan
Davud’un kulağına bir şeyler fısıldadı. Orakçı sözünü bitirir bitirmez kimseye
bir şey söylemeden ayağa kalkıp meyhaneyi terk etti Davut Çelebi. Davud’un
dışarı çıkması bostancıyı huzursuz etmişti. Etraftaki huzursuz havanın farkında
olan Cadıcı Bedreddin sözlerine devam etti:
“-Sizlere en
başında da söyledim. Bu iş nemçeliyle dövüşmeye benzemez ağalar. Kalabalık
gitmek bir işimize yaramaz. İçinizde bir tereddüt varsa buradan sonrasında
Davut Çelebi gibi kalkıp gidebilirsiniz. Yoksa işe koyulalım.”
Yorumlar
Yorum Gönder