Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-7


CADICI
Ertesi sabah üç adam, ev sahiplerine teşekkürlerini sunduktan sonra, Sultan’ın verdiği görevi yerine getirmek üzere meyhaneye doğru yola çıktılar. Galata sokaklarında insanlar cinayetleri bir kenara bırakmış, birden bire ortadan kaybolan sokak serserilerinden bahseder olmuştu. Artık payitahtın ecinniler tarafından işgal edildiğinden emindi halk. Birkaç kez saraya kadar gidip göç izni almaya uğraşmışlarsa da padişahın konuyla bizzat ilgilendiğinin haberini alıp geri gönderilmişlerdi.
Meyhaneye yaklaştıkları sırada yanlarından geçen birbirinin kopyası gibi duran sekiz kişilik bir grup dikkatini çekti Davud Çelebi’nin. Bu iri yarı adamlar yüzlerini göstermeyen kıyafetler içerisinde göz açıp kapayıncaya kadar sokağın köşesinden dönüp kaybolmuşlardı. Daha o sormaya fırsat bulamadan Hamza açıklamayı yaptı:
“-Sultan vakit kaybetmeden göndermiş bostancıları.”
Bostancı lafını duyduğunda belli belirsiz bir ürperme hissetti Çelebi. Padişahın yakın koruması olmak üzere yeniçeriler arasından seçilen bu askerler daha çok öldürdükleri şehzadelerle bilinirlerdi. Fatih Sultan Mehmed’den beri süregelen geleneği yerine getiren bostancılar, Sultan III. Mehmed tahta çıktığı zaman bir gecede 19 şehzadeyi boğazlamışlardı. Fakat yeni sultan, babasının aksine, bu geleneği sürdürmeyi reddederek kardeşi Mustafa’yı katletmek yerine onu Yedikule Zindanları’na hapsetmeyi uygun görmüştü.
Meyhaneden içeri girdiklerinde gördükleri manzara hayret vericiydi. Bir önceki gecenin bütün izleri hiçbir şey yaşanmamışçasına ortadan yok olmuştu. Etrafta bırakın cesedi kandamlası dahi kalmamıştı. Kırılan masalar, sandalyeler yenileriyle değiştirilmiş; testiler düzgünce yerine yerleştirilmiş, masalara örtüler örtülmüş, duvardaki yosunlar dahi temizlenmiş... Bostancılar temizlik işini abartınca eskisinden bile daha iyi duruma getirmişlerdi meyhaneyi. Yeni meyhanenin sabahın o saati olmasına rağmen müşterisi bile vardı.
Ayakta duran tek kişinin sokakta yanlarından geçen bostancılardan biri olduğu apaçık ortadaydı. Bostancının hemen yanında durduğu masada iki kişi vardı. Sessizce yerinde oturan kişi iri kıyım bir hadımdı. Masadakilerden yaşlı olanı ise yerinde doğrulmuş bostancıya bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Memnuniyetsizliği hal ve tavrından belliydi. Bostancı yaşlı adamın sözlerine tepki vermeden gözlerini içeri yeni giren üç kişiye dikmiş bakıyordu. Sözlerine karşılık bulamayacağını anlayan ihtiyar yüzünü bostancının baktığı yöne çevirdiğinde içeri yeni girenleri fark etti.
“-Söyledim size. Bu uzmanlık gerektiren bir iştir. Sizin toyluğunuz bana yalnız ayak bağı olacak. İçeriye İsrafil’le ben girsek yeter. Fazla adama gerek yok.”
“-Dur hele bir soluk alalım beybaba! Girer girmez savma bizi başından.”
Deli Hamza’nın ne görünüşünün ne de sözlerinin ihtiyar üzerinde bir etkisi olmamış gibiydi. Yaşlı adam karşısında duran bu üç kişi şöyle bir baştan aşağı süzdü ve sözlerine devam etti.
“-Sözlerimi yanlış anlamayın yiğitler. Elbette ki karşımızda ete kemiğe bürünmüş bir düşman olsa sizden iyisi bulunmaz. Lakin, bu iş başka. Sizin bu deyyuslara daha evvel denk geldiğinizi hiç sanmam.”
“-İçeri girecek olanlar burada bulunan bu altı kişidir. Sultanımızın emri bu yöndedir.”
Bostancının sözleri tartışmaya noktayı koymuştu. Sultan bostancıyı gözü kulağı olmak üzere ekibin peşinden göndermişti.
“-Görünen o ki bu laf anlamaz herifle tartışmanın hiçbir anlamı yok. Benim adım Bedreddin. Cadıcı Bedreddin diye bilinirim belki duymuşsunuzdur. Bu da yardımcım İsrafil…”
Tanışma faslı sonrasında Cadıcı Bedreddin herkesi masanın etrafına toplayıp bildiklerini anlatmaya başladı. Beş adam güneş girmeyen meyhanenin gaz lambasıyla aydınlanan masalarından birinde Cadıcı’yı dinlemeye koyuldu.
“-Yaklaşık üç aydır sultanımızın emri üzerine İstanbul’da cereyan eden ilginç hadiseleri araştırmaktayım. İnsanların birbirlerini katletmeleri ilk kez karşılaştığım bir hadise değil elbet. Cesetleri incelediğimde gördüğüm diş izleri ve kayıp uzuvlardan ötürü katilin öldürdükleriyle beslendiği sonucuna vardım. İlkin bir hastalığın yayıldığını düşünmüş olsam da sonrasında gördüm ki bu hadiseler sultanımızın da öngördüğü gibi olağan hadiseler değil.”
Bedreddin sözlerine ara verip dinleyenlerin tepkilerini ölçmek istercesine hepsini birer birer süzdü. Herkes tepkisiz şekilde dinlemekteydi. Yalnızca Davud Çelebi meraklı gözlerle onu takip etmekteydi. Sessizliği fırsat bilen Çelebi sorusunu sordu:
“-Balkan toplumlarında ‘upir’ diye rivayet olunan şey midir bu?”
“-Hayır! Keşke öyle olsa… Benim düşünceme göre cinayetlerin arkasında olan yaratık eski şaman kültüründe sık sık bahsi geçen ‘abası’lardan biridir. Bunlar leşle beslenir. İnsanlara musallat olur türlü fenalık yaptırırlar. Yer altında yaşayıp ancak beslenmek için gün batımından sonra çıkarlar yuvalarından. Bu sebepledir ki şehrin dehlizlerini araştırmak lazım gelir.”
“-Peki, aşağı iner inmez karşımıza çıkacak mı bu yaratık nerden bulacağız?”
Hamza soruyu sorduktan sonra Cadıcı İsrafil’in yanında bulunan büyükçe bir çantadan iki parşömen çıkartıp masanın üzerine serdi. Bir tanesi İstanbul haritasıydı fakat diğerinin ne olduğu pek anlaşılmıyordu. Üzerindeki yazılar Osmanlıca olmayan İkinci kağıt Davut Çelebi’nin ilgisini çekmiş onu incelemeye koyulmuştu. Konuşmanın geri kalan kısmını bu kağıtlar üzerinde anlatarak devam etti Bedreddin.
“-Yaratığın nerede olabileceğine dair bazı saptamalarda bulundum. Cinayetler şehrin genelinde meydana geliyor olsa da sıklıkla Galata bölgesinde hadiselerin daha sık yaşanması yaratığın bu civarda olduğunu düşünmeme sebep oldu. Saray kütüphanesinde bulduğum bu eski Bizans yazması parşömende İstanbul’un altındaki tünellerin yerlerini gösteren bir haritadır. Bu haritaları çakıştırdığımızda Galata’da bir giriş kapısı olduğunu görüyoruz. Bu kapı haritaya göre meyhanenin olduğu yere denk geliyor. Öncelikli işimiz bu kapıyı bulmak. Sonrasında tünellere girip Abası’nın yuvasına ulaşıp icabına bakacağız.”
“-Tam olarak nasıl icabına bakacağız? Kılıç işliyor mu bu yaratığa?”
“-Bu kısım biraz sıkıntılı olacak. Aşağıda arayacağımız şey abasının kendisi değildir. Zaten bu mahlukları şamanlardan başkası göremez. Fakat bağlı bulunduğu nesneyi bulabilirsek…”
“-Sen şaman değil misin?”
“-Ben şaman değilim cadıcıyım. Benim işim bu yaratıkları bulup yok etmek onlarla bağlantı kurmak değil. Şamanlar çok nadir bulunurlar. Halk içinde deli diye anılırlar kimsenin görmediği varlıkları gördükleri için. Şu anda bir şaman bulmak için zamanımız yok. O sebeple vakit kaybetmeden kapıyı aramaya koyulalım derim.”
Masadakilerin içini bir huzursuzluk kaplamıştı. Göremedikleri bir şeyle savaşa gitmek intihar etmekten farksızdı. Orakçı Osman o sıra yine kağıtlarını çıkartmış hesap yapan Davud’un kulağına bir şeyler fısıldadı. Orakçı sözünü bitirir bitirmez kimseye bir şey söylemeden ayağa kalkıp meyhaneyi terk etti Davut Çelebi. Davud’un dışarı çıkması bostancıyı huzursuz etmişti. Etraftaki huzursuz havanın farkında olan Cadıcı Bedreddin sözlerine devam etti:
“-Sizlere en başında da söyledim. Bu iş nemçeliyle dövüşmeye benzemez ağalar. Kalabalık gitmek bir işimize yaramaz. İçinizde bir tereddüt varsa buradan sonrasında Davut Çelebi gibi kalkıp gidebilirsiniz. Yoksa işe koyulalım.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy