Ana içeriğe atla

Kudret Nişanı



Kudret Nişanı

  “Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz'ü la-yetecezza"da yoğun bir kudret vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. El-cüz’ü la-yetecezza parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'nın kudret nişanıdır."-Cabir Bin Hayyan (721 Horasan-815 Kufa)
.........
  “Demek, 'Allah’ın kudret nişanı’nın varlığı doğruymuş.” dedi, Şah Alaaddin Muhammed, elindeki kağıdı okuduktan sonra, bunu kendisine ulaştıran elçilere dönerek. Eyyubilerin yeni hükümdarı, Melik Kamil’in gönderdiği bu haber, belli ki Şah’ı çok önemli bir karar vermek zorunda bırakmıştı. Harizm şehrinde doğup, Batı Asya’nın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı, Alaaddin Muhammed’in umutsuzluğu yüzünden okunmaktaydı. Son kararını vermeden evvel kağıtta özü yazılmış olan mesajı bir de elçilerin ağzından duymak istedi:
  “Hele bir de siz anlatın bakalım! Nedir bu işin aslı?”
Elçiler, Şah’ın sorduğu soru karşısında birbirlerine göz ucuyla baktılar. Anlatmaya başlamadan evvel kendilerini gizlice dinleyen olup olmadığını anlamak istercesine etrafta göz gezdirdiler. Zaten Şah, haberin içeriğini öğrendikten sonra herkesi dışarı çıkarmıştı. İçeride yalnız çok güvendiği iki veziri ve oğlu bulunuyordu. Güvenlikten iyice emin olan elçilerden daha deneyimli gözüken konuşmasına başladı:
  “Şah hazretleri muhakkak bundan yaklaşık üç asır evvel yaşamış olan bilgin, Cabir bin Hayyan’dan haberdardır.” Şah, kafasıyla olumlu bir işaret yaptıktan sonra devam etti,  “Bu bilgin kişi, ‘Allah’ın kudret nişanı’ olarak tanımladığı, kıyamet alameti silahtan söz ettikten sonra, bazı bilim çevreleri onun bu kuramının peşine düşmüş, bu hususta deneyler yaparak gerçekten de böyle bir şeyin gerçek olup olamayacağını görmek istemişlerdir. Takdir edersiniz ki, böyle bir kudretin elinde olması halinde elde edeceği güçten ağzının suyu akan bazı siyaset adamları da bu bilim adamlarını madden destekleyerek bugün içinde bulunduğumuz bu vahim durumu körüklemişlerdir.
  “Yaklaşık elli sene evvel cihan sultanı, cennet mekan, Selahaddin Eyyubi hazretleri, Dimyat şehrinde henüz bir vezir iken bir kaç alimin bu konu üzerinde deneyler yaptığını haber alıp müdahalede bulunmuş, çalışmalar da ortadan kaldırılmıştır. En azından geçtiğimiz aya kadar biz böyle biliyorduk.”
  Üzüntüden kafasını öne eğen adamın susması üzerine daha genç olan elçi, onun kaldığı yerden anlatıya devam etti:
  “Efendim, bir kaç ay evvel topraklarımıza saldıran Haçlı orduları, maalesef Dimyat şehrini ele geçirmeyi başardılar. Bir tesadüf sonucu öğrendik ki kafirlere kaptırdığımız tek şey Dimyat değildi. Şehir düştükten sonra kaçmayı başaran Dimyatlılardan bir tanesi hayati önem taşımakta olan bir bilgi getirdiğini söyleyerek saraya kadar geldi. Anlattığına göre ‘Allah’ın kudret nişanı’ ile ilgili çalışmalar, babası tarafından nihayete erdirilmiş. Sultan Selahaddin’in bütün çalışmaları yok etmesine rağmen, nasıl yapılacağını harfi harfine yazarak, oğluna miras bırakmış. Bu herif de Dimyat düştüğünde, kendisini şehirden kaçırması karşılığında bir frenk denizcisine bu yazmaları rüşvet olarak vermiş. Bu korkunç silahın kafirin eline geçtiğini öğrendikten sonra Melik Adil efendimiz kahrından yataklara düştü. Mekanı cennet olsun.”
  İki elçi gözlerini kapatıp, içlerinden eski Meliklerine dua okuduktan sonra, sözü yine deneyimli olan aldı:
  “Yeni sultanımız Melik Kamil’in tahta geçer geçmez ilk yaptığı iş Kerek Kalesi hariç, haçlılardan aldığımız bütün toprakları geri vermek üzere anlaşmaya çalışmak oldu. Ellerinde bu denli büyük bir silah olduğunu düşününce Melik, savaşmanın anlamsız olacağına karar vermişti. Haçlılar kabul etmeyip, Kerek Kalesi’ni de istediklerinde Allah bize yardım etti. Silahın şifrelerini alan denizci İskenderiye açıklarında ele geçirildi. Kendisini sorguya çektiğimizde silahın haçlıların eline hiç geçmemiş olduğunu öğrendik. Şifreleri kendisine verenin delinin teki olduğunu söylüyordu. Bağdad’ı yerle bir edecek bir silahı elinde tutan bu adamı kendisini eğlendirdiği için kurtardığını anlattı. Aldıklarını ise böyle bir hikayeye inanacak kadar aptal olan tatarlara iki kese altına satmıştı. Onları nasıl kazıkladığını anlatırken ağzı kulaklarındaydı zavallının.
  "Şifreleri satın alan tatarların peşinden buraya kadar geldik. Sizin topraklarınızda bulunan başka bir kafileyle birleşerek doğuya doğru yol aldıklarını biliyoruz. Eğer bu silah Cengiz Han’ın eline geçerse neler yapabileceğini düşünmek dahi istemiyoruz. Şu an tatarlarla barış içerisinde olduğunuzun bilincindeyiz. Sultanımız Melik Kamil Dimyat’a karşı büyük bir orduyla hareketlenmek üzere. İstedi ki bu önemli bilgi gizli kalıp müslüman ve dost kardeşlerimizin canına mal olmasın. Takdir, Şah hazretlerinindir.”
  Hikayeyi başından sonuna kadar dikkatlice dinleyen Harezmşah hükümdarı, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Elçilere izin verdikten sonra etrafında kalanlarla birlikte çabucak bir karara varması gerekliydi. Zira tatar kafilesi Harezmşah sınırından geçip Moğol hanlığına girdiğinde iş işten geçmiş olacaktı. Vezirlerden biri söz aldı:
  “Efendimiz, varlığı bir rivayetten ibaret olan bu silah yüzünden, Cengiz Han’la arasını bozmak istemiyordur umarım.”
  “Gerçekten bir rivayetten ibaret midir?” bu soruyu sorarken öteki vezirine dönmüştü, Şah Alaaddin Muhammed.
  “Maalesef değildir, Şah’ım. Kafilenin geçtiği bölgedeki adamlarımız, tatarların canları pahasına korudukları bir parşömenin varlığını doğruladılar. Bir elçi mesajı olamayacak kadar eski bir parşomen olarak tariflediler.”
  “Öyleyse anlatılanlar doğru olmalı. Bu kafile şimdi nerelerdedir?”
  “Otrar yakınlarına varmak üzeredir, Şah’ım.”
  “Otrar valisi, Kayır Han İnalcık’a haber salın. Kervan sınırlarımızdan dışarıya çıkmayacak. Ele geçen bütün belgeler ortadan kaldırılacak.”
........
  Kervanın yağmalandığını duyan Cengiz Han, öfkeden deliye dönmüştü. Elçilerini Alaaddin Muhammed’e gönderip Otrar valisinin kellesini istemiş, Şah bu isteğini kabul etmeyince Otrar şehrine doğru ordusuyla yola çıkmıştı. Şehre giren moğol ordusu, yaşayan bir tek tavuğu dahi canlı bırakmayana dek katletmiş, bir tek taş dahi sağlam kalmayana dek yakıp yıkmıştı. Batı Asya’nın güçlü Türk Devleti, Otrar’da ‘Temuçin’in Kudret Nişanı’yla tanışmıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                ...

Bölüm-3

Kayalıkların etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar kö...