Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-6


CADI AVI
Yorucu geçen gecenin ardından meyhaneyi terk eden ekip, Galata’nın dar sokaklarından yukarıya doğru tırmanmaya başlamıştı. Çolak Rıza’nın teklifiyle onun evinde dinlenmeye çekileceklerdi. Kısa bir yürüyüş mesafesinden sonra vardıkları evde ilk dikkati çeken şey, Rıza’dan beklenmeyecek bir titizliğin hakim olmasıydı. Belli ki evin hanımı evinin düzenini ihmal etmiyordu. Lakin evde bir gariplik vardı. Bütün kapılar iki sürgünün yanı sıra birkaç da asma kilitle desteklenmişti. Birinin içeri girmesine izin vermemekten ziyade, sanki dışarı çıkmasına mani olmak içindi bütün bu önlemler.
Öncelikle misafir odasına herkes için birer döşek serildi. Herkes yatacağı yeri bulduktan sonra kandiller söndürüldü. Son olarak ‘kurt hanım’ın odasında yanan kandil de söndü. Herkes döşeğinde yatıyordu, fakat hiç kimse uykuya dalabilmiş değildi. Çolak Rıza yattığı yerde karanlık odanın tavanındaki çatlakları inceliyor gibiydi. Sonra sanki çatlaklarla sohbet eder gibi konuşmaya başladı:
“-Bir karanlık geceyi daha ayık tamamladık. Ben ne zaman bu döşeğe ayık vursam kafayı uyuyamam. Kabus, karabasan sarar rüyalarımı. İçerideki, o sizin yaratık sandığınız, melaike değildir benim uykularımı kaçıran, yanlış anlamayın.
“-Yedi sene evvel ben varımı, yoğumu kaybetmişken bir tüccarla anlaşıp Frenk illerine doğru yola çıktım. Çok yer gezdim o sıralar. Bir seferinde yolum Cermen vilayetlerinden birine düştü. Bavarya derler bir memleket vardır, Nemçe’den de ileride. Birkaç gün hoşça vakit geçirdikten sonra, ayrılmaya karar verdik. Ayrılacağımızın akşamında bir kıyamet koptu ki şehirde, biz daha ne olduğunu anlamadan bütün halk cümbür cemaat toplandılar kilisenin karşısındaki meydana. Beş kişiyi şehrin meydanında sürüye sürüye getirdiler. Üçü daha çocuk en küçükleri 10 yaşında. Diğer ikisi de belli ki ana-babaları. Başlarında bir papaz bağırıyor zavallılar sükut ediyor. Sonradan öğrendim ki şehirde faili bulunmamış ne kadar cinayet, hırsızlık varsa bu zavallıların üzerine yıkmışlar.”
Bu konuşan akşam Kanije savaşını bire bin katarak anlatan yalancı, ayyaş Rıza değildi sanki. Yıllar önce yaşadığı manzarayı yeniden yaşıyordu. Titreyen sesinden, boğazında düğümlenen kelimelerden ağladığını hissediyordu karanlık odanın içerisinde dinleyenler.
“-Sıra cezaya geldiğinde kanımız dondu. Kırbaçlardan, dağlamalardan sonra, analarının memelerini kesip çocuklarının yüzlerine attılar. Babanın da diğerine hak geçmeyecek kadar işkence gördüğüne emin olunca, ikisini de ahşap bir haça çivileyip çocuklarının gözü önünde feryat figan cayır cayır yaktılar. Biz belki çocukları yakmazlar diyorduk ama meğer ana babalarının ölmelerini izletmekmiş niyetleri. Sonrasında iki büyük çocuğu da başka iki odun yığınının üzerine çıkardılar. Onları da çivilediler haçlara. Her şey o 10 yaşındaki küçücük çocuğun gözlerinin önünde oldu işte. O küçücük çocuğa ne olacağını görmeye yüreğimiz el vermedi. Meydanda yakılan alevler bütün şehri gündüz gibi aydınlatırken hana döndük.
“-Sabah kalktığımızda sanki dün gece hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu herkes. Hancı tatlı tatlı selamladı hepimizi. Bizler bu lanet memlekete bir daha gelmemeye yemin ederek arabamızı hazırlarken, tekinsiz bir keşiş geldi yanımıza. Türk olduğumuzu söylemişler. Benimle özel konuşacağını söyledi. Kilisenin arka tarafında bir koruya gittik. Yanımıza başka bir keşiş daha geldi. Onun kucağında da bir küçük çocuk. Meğer dün gece eziyetten, işkenceden yorulmuş yavrucağın işini ertesi güne bırakmışlar. Bu iki keşişin de gönlü el vermemiş kaçırmışlar çocuğu. Dediler ki siz bugün ayrılacaksanız buradan onu da beraberinizde götürün. Hiç düşünmedim. Aldım keşişin kucağından çocuğu. Altın saçlı bir kız çocuğu duruyordu kucağımda. Adını sordum ‘Hanna’dır’ dediler. Şaşırmışlardı adını sorduğuma. Sonradan öğrendim ki; bu herifler türklerin, frenkleri diri diri pişirip yediklerini zannederlermiş. Ondan vermişler elimize kızcağızı. Arabanın yanına geldiğimde her şey hazırlanmıştı. Arkamıza bile bakmadan terk ettik şehri. O günden beri öz kızımdan ayırt etmedim.
“-Peki onun kurt olduğunu ne zaman keşfettiniz?” Bu soru dirseğinin üzerinde diklenmiş merakla Rıza’yı dinlemekte olan Davud Çelebi’den gelmişti. Soruyu önce duymadığını sanmıştı adamın. Bir müddet sessizlikten sonra cevap verdi karanlıktaki ses.
“-Birkaç sene evvel Edirne'de gözümün önünde oldu ilk... Neyse. Gece vakti iyice gevezelik ettim. O kadar yorgunluğunuzun üstüne... Hadi Allah rahatlık versin.” Bir anda sahte neşesini geri takınmıştı Rıza.
“-Şehirde olan cinayetlerle ilgisi var mı bu kızın?” Hamza belli ki uyumamış anlatılan hikayeyi sonuna kadar dinlemişti. Şimdi konunun kolay kolay kapanmasına müsaade etmeyecek gibiydi.
“-Yoktur beyim. Vallahi yoktur. Lakin ne yalan söyleyeyim ilk başta ben bile kızımdan şüphe ettim. Ağzımı açıp soramadım da korkumdan. Ya ‘Evet’ derse diye. Bir akşam kendi gözlerimle garip bir olaya şahitlik edene kadar da emin olamamıştım. Eminönü’ndeki inşası yarım caminin oralarda oldu bu hadise. Bilirsiniz yıllardır bir tek çivi çakılmadan öylece durur boğazın kenarında. İşte o inşaatın arkada tarafında bir yerlerde kendi kendime demlenmekteyken loş ışıkta bir kadın gördüm. Bu vakitte bu hatunun burada ne işi var diye bir süre gözlerimle takip ettim. Başından ayaklarına kadar uzanan bir elbise giymişti. Yüzü seçilmiyordu fakat altın sarısı elbisesinin başlığından dışarı süzülen siyah saçları belli oluyordu. Olağan dışı bir hareketi de yoktu. Öyle kendi halinde sokakta yürür gibiydi. Sokakta ondan başka bir de esnaftan bir adamcağız vardı. Karşılıklı birbirlerine doğru yürüdüler. Tam yan yana geldiklerinde gözden kayboldu hatun. Sanki hiç var olmamış gibi öylece gayba karıştı. Ben o sarhoş halimle rüya gördüm sandım elbet.
“-Bir şişeyi daha bitirmemiştim ki tepemde iki yeniçeri bitti. ‘Ulu orta içki içmeye utanmıyor musun? Hem de mübarek yerde?’ diye beni tekmelemeye başlamışlardı ki bir çığlık beni ellerinden kurtardı. Beni bırakıp o yöne doğru koşmaya başladılar. Ben de kendimi toparlayıp peşlerinden gittim. Korktum Handan’dır diye. Çığlığın geldiği yere vardığımda az evvel yolda gördüğüm adamı gördüm. Yeniçerilerin ellerinden kurtulmak için çırpınıyordu. Ağzı yüzü kan içerisindeydi. İlkin yeniçeri dövmüş adamı sandım lakin hala ağzından kanlı bir et parçası sarkıyordu. Az gerisinde de paramparça edilmiş bir adamın bedeni boylu boyunca yatıyordu yerde. Sonra koşa koşa eve gittim. Sızmış kalmışım.”
“-Demek bir başka gizemli kadın daha var İstanbul’un bir yerinde.” Osman da uyumadığını belli etmişti sonunda. Karanlık odada o gece gün ışıyana kadar söylenen son sözler bunlar olmuştu. Neyle karşı karşıya olduklarını anlatılanlardan yola çıkarak anlamaya çalışan savaşçılar, bu düşüncelerin içerisinde yorgunluklarına yenik düşüp uykuya dalmışlardı sonunda.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                ...

Bölüm-3

Kayalıkların etrafında, iki adam, bir şeyler arıyor gibiydiler. Birisi, gecenin o karanlığında bile cüssesinden seçilen, Molla İbrahim diğeri ise Kayıkçı Hüdai’ydi. Orta boylu, esmer, çelimsiz bir adamdı Hüdai. Halk arasında uğursuz Hüdai diyenler de vardı. 27 yıl evvel İdris efendi derede ahşap bir sandukanın içinde yüzerken bulmuştu onu. Kayıkçı adı da ta ordan kalmıştı. Yaşlı adam herkese haber vermiş sahibi çıkmayınca “Allah’tan geldi. Ben bakarım ona.” demişti. Kasabanın ileri gelenleri: “Hz. Musa gibi kayıkta buldun, onun adını koy bari.” deyince, “O Musa da ben firavun muyum yezidler! Hüdadan geldi, Hüdai koyacağım onun adını" diye diretmişti. Yaşlı ve aksi bir adam olan İdris efendi, bir kaç yıl içerisinde herşeyini kaybetti. Fakat yine de Allah’ın bir armağanı olduğunu düşündüğü oğlunu bırakmadı. 13 yaşına kadar getirebildi onu, sonrasına ömrü vefa etmedi. İdris Efendi'nin komşu köydeki kızı, babasının yadigarı Hüdai'yi yanına aldı. Oradaki evi yanana kadar kö...

Kudret Nişanı

Kudret Nişanı   “ Maddenin en küçük parçası olan "el-cüz'ü la-yetecezza"da yoğun bir kudret vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. El-cüz’ü la-yetecezza parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'nın kudret nişanıdır." -Cabir Bin Hayyan (721 Horasan-815 Kufa) .........   “Demek, 'Allah’ın kudret nişanı’nın varlığı doğruymuş.” dedi, Şah Alaaddin Muhammed, elindeki kağıdı okuduktan sonra, bunu kendisine ulaştıran elçilere dönerek. Eyyubilerin yeni hükümdarı, Melik Kamil’in gönderdiği bu haber, belli ki Şah’ı çok önemli bir karar vermek zorunda bırakmıştı. Harizm şehrinde doğup, Batı Asya’nın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı, Alaaddin Muhammed’in umutsuzluğu yüzünden okunmaktaydı. Son kararını vermeden evvel kağıtta özü yazılmış olan mesajı bir de elçilerin ağzından duymak istedi:   ...