CADI AVI
Yorucu geçen
gecenin ardından meyhaneyi terk eden ekip, Galata’nın dar sokaklarından yukarıya
doğru tırmanmaya başlamıştı. Çolak Rıza’nın teklifiyle onun evinde dinlenmeye
çekileceklerdi. Kısa bir yürüyüş mesafesinden sonra vardıkları evde ilk dikkati
çeken şey, Rıza’dan beklenmeyecek bir titizliğin hakim olmasıydı. Belli ki evin
hanımı evinin düzenini ihmal etmiyordu. Lakin evde bir gariplik vardı. Bütün
kapılar iki sürgünün yanı sıra birkaç da asma kilitle desteklenmişti. Birinin
içeri girmesine izin vermemekten ziyade, sanki dışarı çıkmasına mani olmak
içindi bütün bu önlemler.
Öncelikle
misafir odasına herkes için birer döşek serildi. Herkes yatacağı yeri bulduktan
sonra kandiller söndürüldü. Son olarak ‘kurt hanım’ın odasında yanan kandil de
söndü. Herkes döşeğinde yatıyordu, fakat hiç kimse uykuya dalabilmiş değildi.
Çolak Rıza yattığı yerde karanlık odanın tavanındaki çatlakları inceliyor
gibiydi. Sonra sanki çatlaklarla sohbet eder gibi konuşmaya başladı:
“-Bir karanlık
geceyi daha ayık tamamladık. Ben ne zaman bu döşeğe ayık vursam kafayı
uyuyamam. Kabus, karabasan sarar rüyalarımı. İçerideki, o sizin yaratık
sandığınız, melaike değildir benim uykularımı kaçıran, yanlış anlamayın.
“-Yedi sene
evvel ben varımı, yoğumu kaybetmişken bir tüccarla anlaşıp Frenk illerine doğru
yola çıktım. Çok yer gezdim o sıralar. Bir seferinde yolum Cermen
vilayetlerinden birine düştü. Bavarya derler bir memleket vardır, Nemçe’den de
ileride. Birkaç gün hoşça vakit geçirdikten sonra, ayrılmaya karar verdik.
Ayrılacağımızın akşamında bir kıyamet koptu ki şehirde, biz daha ne olduğunu
anlamadan bütün halk cümbür cemaat toplandılar kilisenin karşısındaki meydana.
Beş kişiyi şehrin meydanında sürüye sürüye getirdiler. Üçü daha çocuk en
küçükleri 10 yaşında. Diğer ikisi de belli ki ana-babaları. Başlarında bir
papaz bağırıyor zavallılar sükut ediyor. Sonradan öğrendim ki şehirde faili
bulunmamış ne kadar cinayet, hırsızlık varsa bu zavallıların üzerine yıkmışlar.”
Bu konuşan
akşam Kanije savaşını bire bin katarak anlatan yalancı, ayyaş Rıza değildi
sanki. Yıllar önce yaşadığı manzarayı yeniden yaşıyordu. Titreyen sesinden,
boğazında düğümlenen kelimelerden ağladığını hissediyordu karanlık odanın
içerisinde dinleyenler.
“-Sıra cezaya
geldiğinde kanımız dondu. Kırbaçlardan, dağlamalardan sonra, analarının
memelerini kesip çocuklarının yüzlerine attılar. Babanın da diğerine hak
geçmeyecek kadar işkence gördüğüne emin olunca, ikisini de ahşap bir haça
çivileyip çocuklarının gözü önünde feryat figan cayır cayır yaktılar. Biz belki
çocukları yakmazlar diyorduk ama meğer ana babalarının ölmelerini izletmekmiş
niyetleri. Sonrasında iki büyük çocuğu da başka iki odun yığınının üzerine
çıkardılar. Onları da çivilediler haçlara. Her şey o 10 yaşındaki küçücük
çocuğun gözlerinin önünde oldu işte. O küçücük çocuğa ne olacağını görmeye
yüreğimiz el vermedi. Meydanda yakılan alevler bütün şehri gündüz gibi
aydınlatırken hana döndük.
“-Sabah
kalktığımızda sanki dün gece hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu herkes. Hancı
tatlı tatlı selamladı hepimizi. Bizler bu lanet memlekete bir daha gelmemeye
yemin ederek arabamızı hazırlarken, tekinsiz bir keşiş geldi yanımıza. Türk
olduğumuzu söylemişler. Benimle özel konuşacağını söyledi. Kilisenin arka
tarafında bir koruya gittik. Yanımıza başka bir keşiş daha geldi. Onun
kucağında da bir küçük çocuk. Meğer dün gece eziyetten, işkenceden yorulmuş
yavrucağın işini ertesi güne bırakmışlar. Bu iki keşişin de gönlü el vermemiş
kaçırmışlar çocuğu. Dediler ki siz bugün ayrılacaksanız buradan onu da
beraberinizde götürün. Hiç düşünmedim. Aldım keşişin kucağından çocuğu. Altın
saçlı bir kız çocuğu duruyordu kucağımda. Adını sordum ‘Hanna’dır’ dediler. Şaşırmışlardı
adını sorduğuma. Sonradan öğrendim ki; bu herifler türklerin, frenkleri diri
diri pişirip yediklerini zannederlermiş. Ondan vermişler elimize kızcağızı. Arabanın
yanına geldiğimde her şey hazırlanmıştı. Arkamıza bile bakmadan terk ettik
şehri. O günden beri öz kızımdan ayırt etmedim.
“-Peki onun
kurt olduğunu ne zaman keşfettiniz?” Bu soru dirseğinin üzerinde diklenmiş
merakla Rıza’yı dinlemekte olan Davud Çelebi’den gelmişti. Soruyu önce
duymadığını sanmıştı adamın. Bir müddet sessizlikten sonra cevap verdi
karanlıktaki ses.
“-Birkaç sene
evvel Edirne'de gözümün önünde oldu ilk... Neyse. Gece vakti iyice gevezelik
ettim. O kadar yorgunluğunuzun üstüne... Hadi Allah rahatlık versin.” Bir anda
sahte neşesini geri takınmıştı Rıza.
“-Şehirde olan
cinayetlerle ilgisi var mı bu kızın?” Hamza belli ki uyumamış anlatılan
hikayeyi sonuna kadar dinlemişti. Şimdi konunun kolay kolay kapanmasına müsaade
etmeyecek gibiydi.
“-Yoktur beyim.
Vallahi yoktur. Lakin ne yalan söyleyeyim ilk başta ben bile kızımdan şüphe
ettim. Ağzımı açıp soramadım da korkumdan. Ya ‘Evet’ derse diye. Bir akşam
kendi gözlerimle garip bir olaya şahitlik edene kadar da emin olamamıştım.
Eminönü’ndeki inşası yarım caminin oralarda oldu bu hadise. Bilirsiniz yıllardır
bir tek çivi çakılmadan öylece durur boğazın kenarında. İşte o inşaatın arkada
tarafında bir yerlerde kendi kendime demlenmekteyken loş ışıkta bir kadın
gördüm. Bu vakitte bu hatunun burada ne işi var diye bir süre gözlerimle takip
ettim. Başından ayaklarına kadar uzanan bir elbise giymişti. Yüzü seçilmiyordu
fakat altın sarısı elbisesinin başlığından dışarı süzülen siyah saçları belli
oluyordu. Olağan dışı bir hareketi de yoktu. Öyle kendi halinde sokakta yürür
gibiydi. Sokakta ondan başka bir de esnaftan bir adamcağız vardı. Karşılıklı
birbirlerine doğru yürüdüler. Tam yan yana geldiklerinde gözden kayboldu hatun.
Sanki hiç var olmamış gibi öylece gayba karıştı. Ben o sarhoş halimle rüya
gördüm sandım elbet.
“-Bir şişeyi
daha bitirmemiştim ki tepemde iki yeniçeri bitti. ‘Ulu orta içki içmeye
utanmıyor musun? Hem de mübarek yerde?’ diye beni tekmelemeye başlamışlardı ki
bir çığlık beni ellerinden kurtardı. Beni bırakıp o yöne doğru koşmaya
başladılar. Ben de kendimi toparlayıp peşlerinden gittim. Korktum Handan’dır
diye. Çığlığın geldiği yere vardığımda az evvel yolda gördüğüm adamı gördüm. Yeniçerilerin
ellerinden kurtulmak için çırpınıyordu. Ağzı yüzü kan içerisindeydi. İlkin
yeniçeri dövmüş adamı sandım lakin hala ağzından kanlı bir et parçası
sarkıyordu. Az gerisinde de paramparça edilmiş bir adamın bedeni boylu boyunca
yatıyordu yerde. Sonra koşa koşa eve gittim. Sızmış kalmışım.”
“-Demek bir
başka gizemli kadın daha var İstanbul’un bir yerinde.” Osman da uyumadığını
belli etmişti sonunda. Karanlık odada o gece gün ışıyana kadar söylenen son
sözler bunlar olmuştu. Neyle karşı karşıya olduklarını anlatılanlardan yola
çıkarak anlamaya çalışan savaşçılar, bu düşüncelerin içerisinde yorgunluklarına
yenik düşüp uykuya dalmışlardı sonunda.
Yorumlar
Yorum Gönder