Kasabaya
vardıklarında güneş doğmak üzereydi. Uyuyor olması gereken herkes, kasaba girişinde
bekliyordu. Atlıların yaklaştığını gördüklerinde heyecanla ayağa kalktılar. Yüzler seçilir olduğunda kadınlardan biri
oğlunun adını haykırarak ileri atıldı. Çocuğu atın yanına kadar gelmiş olan anasına teslim eden Mansur Bey,
Mustafa’yı yanına çağırıp emirlerini sıralamaya başladı:
-“Kadı efendiyi
evine götürün. Hekimi de çağırın. Rüstem nerede?”
-“Efendim
maalesef Rüstem’i ara sokaklardan birinde bulduk. Hekim çağırdık fakat yapacak
birşey kalmamış.”
Duyduğu cevaptan sonra sağ elini yüzünün kızardığını belli etmemek ister gibi yüzüne götürdü subaşı. Tek eliyle sarığını çıkarıp kucağına aldıktan sonra kalabalıkta gözlerini dolaştırıp sordu:
-“Gabriel nerede?”
-“Onu da
yakınlarda kümeslerin birinde saklanmışken bulduk. Korkudan dili tutulmuş. Hekimin yanındadır.”
Sabahın ilerleyen
saatlerinde Subaşı yanında iki askeri, Gabriel ve Kayıkçı Hüdai ile birlikte
kayalıklara gelmişti. Tam da çocukların izlerinin kaybolduğu yerde herkes
atından indi. Kayıkçı da eşeğinden inip yine heybesini karıştırmaya başladı.
Sessizliği bozan yine Mansur Bey oldu.
-“Bugün burda
bu iş bitecek. Göster bakalım hünerini Kayıkçı Hüdai.”
Heybesinde
aradıklarını bulan Hüdai çocukların toprağa battığını söylediği yere bir takım
garip şekiller çizmeye başlamıştı. Bir ara kendisini izleyenlere doğru kafasını
çevirdi.
-“Atları biraz
uzağa bağlamanızda fayda var. Çemberin içinden herşey çıkabilir. Dikkatli olun!
Son bir hatırlatma: kaçan ölür.”
Atlar
uzaklaştırıldıktan sonra herkes garip şekiln etrafına toplandı. Subaşı avucunu
Gabriel’e doğru uzattı. Gabriel itiraz edecek olduysa da Subaşının hiddetli
bakışları hayli ikna ediciydi. Boynundaki haçı çıkarıp ona verdi. Subaşı’dan aldığı haçı dairesel
şeklin ortasına koyan kayıkçı etrafına baktı. Herkesin hazır olduğunu görünce heybesinden çıkardığı sarı tozu haçın üzerine döktü.
Önce ortaya
yeşil bir alev çıktı. Alevler sıcaklık değil aksine bir soğukluk veriyordu
etrafa. Herkes bir anda geriledi. Gabriel yere düştü. Arkasını dönüp sürünerek
kaçmaya çalışırken yeşil alevin içinden çıkan dev bir yılan bir hamlede
zavallıyı kaptı. 2 asker olduğu yerde donduğu sırada Mansur Bey elindeki iki
kılıcı birden şaha kalkmış dev yaratığa saplayıp aşağı doğru yırttı. Kulakları sağır eden
bir çığlıkla can veren yaratığın ardından alevlerin içinden önce Nicholas’ın
acı çeken yüzü belirdi.
Nicholas’ın
sureti kaybolduğunda alevler daha da büyüdü. İçinden sırasıyla kaybolan
çocuklar yürüyerek çıktılar. Alevler tamamen söndüğünde ise Gabriel’in mosmor
olmuş cesedi çıktı ortaya. Adeta bütün vücudundan kanı çekilmişti zavallının. 4
adam, cesedi ve çocukları atlara bindirdikten sonra kasabanın yolunu tuttular.
Öğlen vakti
kasaba girişinde önce çocukların aileleri karşıladı onları. Umutsuz
bekleyişleri çocuklarını karşılarında görünce sevince dönüşmüştü. Hemen
kucakladılar yavrularını. Elinde bastonuyla Molla İbrahim de hazır bekliyordu.
1 saat evvel birden bire iyileşmeye başlamış bacağı. Destekle ayakta duruyordu,
fakat hekime göre bu hızla iyileşirse akşama bir şeyi kalmazmış. Zafer kazanmış
bir komutan edasıyla atından inen Mansur Bey kalabalığa döndü:
-“Size bizzat
bu işle ben ilgileneceğim demiştim. Suçun cezasız kalmayacağını da söylemiştim.
Suçlu her ne kadar ölü bile olsa biz yeniden öldürdük, hak yerini buldu.”
Herkes huzur
içinde eve giderken gülmeyen sadece Kayıkçı Hüdai’nin yüzüydü. Şüpheli
bakışlarla ana babalarının kucağında evlerine giden üç çocuğa bakıyordu. Bir an
üç çocuğun birden kendine doğru baktığını hissetti. Çocukların gözündeki o
yeşil alevi görür gibi oldu. Sonra kendilerini kucaklayan omuzlarda huzurlu bir uykuya
daldılar.
SON
Yorumlar
Yorum Gönder