Ana içeriğe atla

Bölüm-4 Final


Kasabaya vardıklarında güneş doğmak üzereydi. Uyuyor olması gereken herkes, kasaba girişinde bekliyordu. Atlıların yaklaştığını gördüklerinde heyecanla ayağa kalktılar. Yüzler seçilir olduğunda kadınlardan biri oğlunun adını haykırarak ileri atıldı. Çocuğu atın yanına kadar gelmiş olan anasına teslim eden Mansur Bey, Mustafa’yı yanına çağırıp emirlerini sıralamaya başladı:
-“Kadı efendiyi evine götürün. Hekimi de çağırın. Rüstem nerede?”
-“Efendim maalesef Rüstem’i ara sokaklardan birinde bulduk. Hekim çağırdık fakat yapacak birşey kalmamış.”
Duyduğu cevaptan sonra sağ elini yüzünün kızardığını belli etmemek ister gibi yüzüne götürdü subaşı. Tek eliyle sarığını çıkarıp kucağına aldıktan sonra kalabalıkta gözlerini dolaştırıp sordu:
-“Gabriel nerede?”
-“Onu da yakınlarda kümeslerin birinde saklanmışken bulduk. Korkudan dili tutulmuş. Hekimin yanındadır.”

Sabahın ilerleyen saatlerinde Subaşı yanında iki askeri, Gabriel ve Kayıkçı Hüdai ile birlikte kayalıklara gelmişti. Tam da çocukların izlerinin kaybolduğu yerde herkes atından indi. Kayıkçı da eşeğinden inip yine heybesini karıştırmaya başladı. Sessizliği bozan yine Mansur Bey oldu.
-“Bugün burda bu iş bitecek. Göster bakalım hünerini Kayıkçı Hüdai.”
Heybesinde aradıklarını bulan Hüdai çocukların toprağa battığını söylediği yere bir takım garip şekiller çizmeye başlamıştı. Bir ara kendisini izleyenlere doğru kafasını çevirdi.
-“Atları biraz uzağa bağlamanızda fayda var. Çemberin içinden herşey çıkabilir. Dikkatli olun! Son bir hatırlatma: kaçan ölür.”
Atlar uzaklaştırıldıktan sonra herkes garip şekiln etrafına toplandı. Subaşı avucunu Gabriel’e doğru uzattı. Gabriel itiraz edecek olduysa da Subaşının hiddetli bakışları hayli ikna ediciydi. Boynundaki haçı çıkarıp ona verdi. Subaşı’dan aldığı haçı dairesel şeklin ortasına koyan kayıkçı etrafına baktı. Herkesin hazır olduğunu görünce heybesinden çıkardığı sarı tozu haçın üzerine döktü.
Önce ortaya yeşil bir alev çıktı. Alevler sıcaklık değil aksine bir soğukluk veriyordu etrafa. Herkes bir anda geriledi. Gabriel yere düştü. Arkasını dönüp sürünerek kaçmaya çalışırken yeşil alevin içinden çıkan dev bir yılan bir hamlede zavallıyı kaptı. 2 asker olduğu yerde donduğu sırada Mansur Bey elindeki iki kılıcı birden şaha kalkmış dev yaratığa saplayıp aşağı doğru yırttı. Kulakları sağır eden bir çığlıkla can veren yaratığın ardından alevlerin içinden önce Nicholas’ın acı çeken yüzü belirdi.
Nicholas’ın sureti kaybolduğunda alevler daha da büyüdü. İçinden sırasıyla kaybolan çocuklar yürüyerek çıktılar. Alevler tamamen söndüğünde ise Gabriel’in mosmor olmuş cesedi çıktı ortaya. Adeta bütün vücudundan kanı çekilmişti zavallının. 4 adam, cesedi ve çocukları atlara bindirdikten sonra kasabanın yolunu tuttular.

Öğlen vakti kasaba girişinde önce çocukların aileleri karşıladı onları. Umutsuz bekleyişleri çocuklarını karşılarında görünce sevince dönüşmüştü. Hemen kucakladılar yavrularını. Elinde bastonuyla Molla İbrahim de hazır bekliyordu. 1 saat evvel birden bire iyileşmeye başlamış bacağı. Destekle ayakta duruyordu, fakat hekime göre bu hızla iyileşirse akşama bir şeyi kalmazmış. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla atından inen Mansur Bey kalabalığa döndü:
-“Size bizzat bu işle ben ilgileneceğim demiştim. Suçun cezasız kalmayacağını da söylemiştim. Suçlu her ne kadar ölü bile olsa biz yeniden öldürdük, hak yerini buldu.”
Herkes huzur içinde eve giderken gülmeyen sadece Kayıkçı Hüdai’nin yüzüydü. Şüpheli bakışlarla ana babalarının kucağında evlerine giden üç çocuğa bakıyordu. Bir an üç çocuğun birden kendine doğru baktığını hissetti. Çocukların gözündeki o yeşil alevi görür gibi oldu. Sonra kendilerini kucaklayan omuzlarda huzurlu bir uykuya daldılar.
SON

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy