Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-4


KAVGA
Yeni gelen üç kişiden birisi, elinde az evvel Murat Paşa’nın elinde can veren serserinin kafasını tutuyordu. İçeri girenleri fark eden meyhane sakinleri arasında hareketlenme oldu. Kafanın kime ait olduğunu merak eden kalabalık içeri yeni gelenlerin etrafında toplandı. Yerinden kalkmayanlar, sadece uzak köşedeki masada oturan 5 kişilik topluluktu. Deli Hamza, kalabalığın oturan tek grubun kendileri olduğunu fark edince Orakçı’ya gürültüden dolayı sadece kendilerinin duyabileceği şekilde sordu:
“-Sen mi biçtin bu herifleri?”
“-Yok. Ben de sen yaptın sanıyorum.”
“-Paşanın niye geciktiği belli oldu. Cübbedeki kan izlerini gördün mü?”
“-Kimse görmemiş olsa bari, Sultan’ın canı tehlikeye girmeden kurtulsak şu karmaşadan.”
“-Acaba biz de mi kalksaydık herkesle? Belki daha az dikkat çekerdik.”
“-Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı, 70'lik bir ihtiyar, müezzin kılıklı bir herif ve bir insan azmanı aynı masada yan yana oturuyor. Sen ‘dikkat çekmeyelim’ mi diyorsun?”
Masadaki hiç kimse henüz bir tehlike belirmediğinden istifini bozmamıştı. Lakin herkes hazırlıklıydı. Kalabalığın hareketlerini oturdukları yerden izliyorlardı. Kafayı elinde tutan tek gözü görmeyen, pala bıyıklı, insan irisi adam Galata’nın meşhur fedailerinden Öküzboğan Nedim’di. Hiddetinden kıpkırmızı kesilmiş yüzünü kalabalığa dönüp, elindeki kesik başı havaya kaldırarak, ağzından salyalar saça saça konuşmaya başladı:
“-Ağalar! Aylardır mahallemize musallat olan mel'un, bu gece yine bir can aldı. Bu kez ateş bizim ocağımıza düştü. Katil, kardeşimiz Cemal’i katletti. Bunu onun yanına bırakacak mıyız?”
Kalabalık galeyana gelmiş bir şekilde hep bir ağızdan ‘Hayır!’ nidaları atarken, içeri yeni girenlerden biri Nedim’in kulağına bir şeyler söyleyip yerinden kalkmayan masayı işaret etti. Hiddetli bakışlarını masaya doğru çeviren Öküzboğan Nedim konuşmasına devam etti:
“-Ama bu gece katil bir hata yaptı ağalar. Diğer seferlerin aksine bu gece katili görenler var. Şahitlerin söylemesine göre ak sakallı, uzun boylu bir ihtiyar ve gençten bir oğlan şehid etmiş, Cemal kardeşimizi. Bunu onların yanına bırakır mıyız ağalar?”
İyice hareketlenmeye başlayan topluluk bir anda hep birlikte Nedim’in baktığı tarafa döndü. Herkes bu masada gecenin başından beri olağandışı işler döndüğünün farkındaydı. Fakat kimse cesaret edip de şu insan azmanına yaklaşmayı göze alamamıştı. Ama şimdi durum farklıydı. Nedim yanlarında olunca bu masadakilerin canına okuyacaklardı. Masadakiler artık savunma tedbirleri almaya başlamıştı. Sultan’ı bulundukları duvar dibindeki sandalyeye oturtup etrafını çevirdi dört kişi. Kalabalığı yararak en öne çıkan Öküzboğan ağır ve kendinden emin adımlarla kalabalığın en kuvvetli gözüken adamına yaklaştı. Elindeki hançeri tehditkar bir şekilde sallamaya başladı:
“-Kapının önündeki kalabalığı görüyorsun ayıcık. Buradan sağ çıkmanızın imkanı yoktur. Fakat siz üçünüzün canını bağışlayabilirim. Sizinle bir meselemiz yok. Bizim işimiz bu ihtiyar ve şu...”
Hamza, hançerin ucu Sultan’ı gösterdiği anda cümlesini bitirmesine bile imkan vermeden önce hançer tutan elini kavradı Nedim’in. Kalabalığın hayret dolu bakışları önünde, kırılan bileğinin verdiği acıyla avaz avaz bağıran adamın kıpkırmızı kesilen suratını avucunun içine aldı. Mermer dövmekten fırıncı küreği gibi olmuş elinin içinde kaybolmuştu kocaman adamın suratı. Ağzı kapandığından bağırtıları kesilen adam şimdi nefessizlikten çırpınmaya başlamıştı. Tek koluyla canavarın kolunu yumruklayıp kurtulmaya çalışırken, artık avıyla oynamaktan sıkılan Hamza, son bir hareketle avcunda çırpınan adamın boynunu kırıp yere bıraktı.
Bu manzarayı dehşet içinde seyreden topluluğun içinde bir kısmı kaçmak için kapıya yöneldiyse de bir çoğu kalabalık olmanın verdiği cesaretle oldukları yerde duruyorlardı. Gösterdikleri kararlılık kaçmaya çalışanları da kalmaya ikna etmişti. Nedim’in ölmeden önce dediği gibi onlar bu kapıyı tuttuğu sürece kimse buradan sağ çıkamazdı. Kalabalığın içinde herkes intikam yeminleriyle silahlarını çekti. Silahı olmayanlar etraftaki masa ve sandalyeleri kırıp, parçalarını silah olarak kullanıyordu.
Hamza’nın kalabalığı korkutmak için yaptığı gösteri ters tepmişti. Küçücük alanda üzerlerine çullanan adamlar nice savaşlardan çıkmış bu yiğitler için kolay lokmaydı. Lakin Sultan’ın güvenliği için endişe ettiklerinden rahat hareket edemiyorlardı. Kosovalı Deli Hamza silaha ihtiyaç duymamıştı. Zaten tokadı yiyen bir daha ayağa kalkamıyordu. Fakat yine de tedbir olarak kalabalık içinden seçtiği bazı adamları kalkan olarak kullanıyordu. Murad Paşa palasını çekmiş hem kendini hem Sultan’ı koruyordu. Davud Çelebi’nin de meziyetlerinin sadece ilmi konularda olmadığı bu ufak çaplı kavgayla ortaya çıkmıştı. Üç savaşçı kalabalığın arka tarafa ulaşmasını engellerken cübbesinin altından çıkardığı zembereği ustaca kullanıyordu. Sağında solunda sessiz sedasız devrilen adamlara ilkin bir anlam verememiş olan Hamza, müezzin efendinin arka tarafta sadece dua ediyor olmadığını farkedince sevindi.
Kargaşa hararetle devam ettiği sırada yere düşen gaz lambaları, kırık masalardan birini tutuşturdu. Serserilerin sayısı iyice azalmışken fırsattan yararlanmak isteyen Orakçı Osman, savunmayı bırakıp iki yatağanıyla kalabalığı yararak yangının olduğu yere kadar ulaştı. Ateşi söndürmeye uğraşırken, elinde kırık testiyle Osman’ın ardından yaklaşan matizin işini de Çelebi'nin oklarından biri gördü. Artık kapana kısılmış olan matiz ordusundan geriye kalan 6-7 kişiydi. Silahlarını yere atıp yere kapanan adamları Murad Paşa sağ bırakmak istemediyse de padişahın emriyle canları bağışlandı.
Meyhanede artık derin bir sessizlik hakimdi. Önceki uğultudan ayyaşların gürültüsünden eser kalmamıştı. Şarap ve rutubet kokusuna artık kan kokusu da karışmıştı. Beş kişi üstleri başları kan içinde bir yığın cesedin içinde ayakta duruyorlardı. Zira artık üzerinde oturacak sağlam bir sandalye kalmamıştı. Sultan bir gece içerisinde çok fazla şey görmüş ve gördüklerinden oldukça etkilenmişti.
“-Hepiniz şanınıza yaraşır yiğitler olduğunuzu gösterdiniz. Var olun! Bu çirkef yuvasında böyle bir hadise çıkabileceğinden endişe etmiştik en başında. Sizleri buraya toplamak konusunda tereddüt içerisindeydik. Lakin devlet erkanından kimsenin bu meseleden haberdar olmasını istemedik.Onların gelebileceği en son yer burasıdır. Öte yandan Cadıcı'nın sözüne göre bahsettiğimiz tünel girişlerinden birisi bu meyhanededir. Mekanı kendi gözlerimizle görmek istedik. Sizler yarın sabah vaktinde buraya tekrar gelip vazifenize devam edebilirsiniz.”
Konuşmasını bitiren genç adam Paşa ile birlikte meyhaneyi terketti. Onlar gittikten sonrabaşka tehlike kalmadığından emin olmak isteyen Hamza’nın dikkatini duvara yaslanarak yavaş yavaş hareket eden büyükçe bir tahta parçası çekti. Işık yetersiz olduğundan yanına kadar gidip yakından bakmak zorunda kaldı. Ayakları kırılmış bir masa kendi kendine sürünmekteydi. Kendisi geldiğinden beri artık hareket etmiyordu. Masayı kaldırıp kenara çektiğinde arkasına saklanmış olan Çolak Rıza’yı görünce bir kahkaha patlattı.
“-Bakın burada kimi buldum?”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy