Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-5


KURT
Deli Hamza’nın bir kedi yavrusu gibi ensesinden tutup kaldırdığı şeye bakan diğerleri, korkudan kaskatı kesilmiş Çolak Rıza’nın ölü olduğunu sandılar. Koca dev elindeki adamı yere bıraktığında etrafını sarmış olan üç savaşçıyı gören Rıza, kaçacak yer olmadığını anlayıp yalvarmaya başladı.
“-Ben buralarda dolanan zavallı, yaşlı, sakat bir adamım. Benim kimseye zararım olmaz. Evimde çoluk, çocuk yolumu gözler bırakın gideyim.”
“-Ne yaşlısı ulan! Saçında sakalında bir tane ak tel yok!” diye gürledi Hamza. Aslında öldürmeye niyeti yoktu bu zavallıyı, lakin biraz eğlenmeden de salmak niyetinde değildi. Diğerleri bu hadisenin dışında kalmaya karar verdiler.
“-Aman beyim iltifat ediyorsunuz.”
“-Bir de dalga mı geçiyorsun? Dürzü!”
“-Yok! Vallahi yok! Öyle bir şeye cesaret edemem, beyim.”
“-Bütün o hengamede sen bu masanın altında mıydın ulan?”
“-Yok beyim, ikinci masaydı bu. Arada bir de sandalye var. Şerefsiz Artim 2 kuruş fazla verip kaliteli bir masa yaptırsa altında rahat olacağız, lakin ne mümkün!”
“-Demek sen burada bizim bütün yaptıklarımızı gördün?”
“-Kimseye demem beyim. Vallahi de demem, billahi de demem. Ne seni ne Orakçı Osman’ı ne sultanı gördüğümü anlatmam kimseye. Zaten söylesem de inanmazlar ki; ayyaşın, yalancının tekiyim ben.”
“-Demek sultanı biliyorsun?” bu kez konuşan  Orakçı’ydı. Yanlış bir cümle kurduğunu fark eden Rıza bu sefer susmayı tercih etti. Etrafına şöyle bir göz gezdirip yarı karanlık odada serili cesetlere baktı. Galata’nın bütün İstanbul’a nam salmış yiğitleri, bu adamlar tarafından kılıçtan geçirilmişlerdi. Tek görgü şahidi de kendisiydi. Başını öne eğip bu üç cengaverin kendisiyle ilgili hükmünü beklemeye karar verdi.
Cengaverler ne yapacaklarına henüz karar vermemişken Deli Hamza’nın haykırışıyla sessizlik bozuldu. Karanlıkta aniden bir şey belirip, hiç kimse ne olduğunu anlamadan, dev gibi adamın üzerine atılmıştı. Neredeyse aynı irilikte iki siluet meyhanenin karanlık köşesinde, cesetlerin arasında bir mücadeleye başladı. Diğer iki adam seslerden, içeri girenin vahşi bir hayvan olduğuna kanaat getirmişlerdi. Lakin şehrin göbeğinde bu irilikte bir hayvanın ne işi olabilirdi. Davud Çelebi o sıra elini belinin arka tarafına götürerek cübbesinin içinden bir tüfek çıkardı. Zembereğin oku bu irilikte bir hayvanı öldürmekten ziyade çıldırtabilirdi. Kuşağının içinden barut ve mermi çıkararak tüfeği ateşlemeye hazır hale getirdi. Karanlıkta boğuşmanın olduğu yere doğrulttuğu sıra Orakçı tüfeğin namlusundan tutarak onu engelledi. Birkaç dakika süren devlerin mücadelesi Hamza’nın rakibini kaldırıp duvara fırlatmasıyla son buldu.
Açığa çıkan yaratığın görüntüsü orada bulunanları dehşete uğrattı. Kıllarla kaplı vücudu, koca pençeleri bir hayvan izlenimi verse de parçalanmış giysileri insan olabileceğine delalet ediyordu. Duvara çarpıp bir süre sersemleyen yaratık kalkar kalkmaz kendisine doğrultulmuş tüfeği fark ederek olduğu yerde kaldı. Gaz lambalarının yetersiz ışığında bir kurdu andıran suratı ve kocaman dişleri artık seçilebiliyordu. Üç cengaver, daha bu yaratığın ne olduğunu kavrayamamışken meydana gelen bir başka hadise onları hayretler içerisinde bıraktı. Az evvel canı için yalvaran Çolak Rıza yaratığa doğru bir hamle yaptı. Küçücük bedenini Davud Çelebi’nin tüfeği karşısında siper etmişti koca yaratığa.
“-Etmeyin beyim. Vurmayın yavrumu. Babasını korumak için atılmıştır ortaya.”
“-Bu nasıl iştir? Hangi cehennemden çıkıp geldi bu iblis?” Hamza karanlıkta neyle mücadele ettiğini görememiş, ışığa çıkan yaratığı hayretler içerisinde seyrediyordu.
“-Söylentileri çok duymuştum. Lakin ilk defa birini görüyorum. Demek gerçekmiş.” Çelebi henüz tehdit karşısında tüfeğini indirmemişti.
“-İndir tüfeğini!” Osman emri verdikten sonra meyhanenin çıkışına doğru ilerledi.
“-Buradan hep birlikte çıkacağız. Sabah olana dek dinlenmemiz gerek. Siz ikiniz de bizimle geleceksiniz. İtiraz ederseniz ikinizin de kafasını bedeninden ayırırım!” Orakçı Osman öylesine soğukkanlı söylemişti ki hiç kimse itiraz etmeye cesaret edememişti. Bu sözleri söyleyen adamda tehditkar bir kabadayıdan ziyade olacakları önceden söyleyen bir kahin edası vardı.
            Meyhaneye tekrar sessizlik hakim olduğunda yeniden olağan üstü bir olaya şahitlik ettiler. Çolak Rıza’nın arkasındaki yaratık bir anda yere yığıldı. Yerde bitap yatan yaratığın bedeni sanki gitgide ufalıyor gibiydi. Vücudunu saran kürk derisinden içeri çekilmiş, pençeleri ve dişleri bütün vahşiliğinden sıyrılıp normal bir insan halini almıştı. Yerde artık vahşi bir hayvan değil henüz yirmisine varmamış dünyalar güzeli bir kız yatıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy