Keşif
“Evladım
Muhiddin;
Evvela
muhabbetle gözlerinden öperim. Bu mektubu sana ölüm döşeğinde yazıyorum.
Biliyorum... Sen beni zaten, elim bir kazada öldü, biliyorsun. İnan biz de ilk
başlarda öyle sandık. Yoksa seni habersiz bırakmazdım. Padişah’ımız, Sultan
Bayezid Han’ın emriyle ikinci kez Mısır’a gideceğim vakit, limanda görüşmüştük
son kez. Başıma gelenleri, oradan başlayarak, anlatayım.
Gemimiz demir
aldıktan sonra uzun bir müddet hiçbir sıkıntıyla karşılaşmamıştık. Hatta
denizde geçen ömrümün en rahat seferlerinden birini geçirmekte olduğumu
düşünmekteydim. Rodos’u da geçip, Akdeniz’in engin sularında rotamızı Mısır’a
çevirdiğimizde fırtınanın ilk işaretlerini sezinlemeye başladım. En yakın
limana dönmek bize bir hayli vakit kaybettirecekti. Buna karşın gemilerimizin
durumu fevkalade iyiydi. Bu fırtınayı çok rahat atlatıp, Mısır’a vardığımızda
gemilerde gerekli onarımları yaptırabileceğimizi düşünerek devam ettik
yolumuza.
Bir gece vakti,
fırtına patlak verdi. Lakin bu gelen afet benim beklediğimden çok daha
ötesiydi. Dalgalar gemilerimizi tokatlamaya, fırtınanın şiddetinden direkler çatırdamaya başladı. Diğer gemilerin ışıklarını göremez olmuştuk artık. Mürettebat ile
birlikte gemiye sıkı sıkıya sarılmış fırtınanın dinmesi için dualar ediyorduk.
Kırılan tahtaların sesleri, dalgaların sesleriyle birleşiyor tutundukları yerde
elleri çözülüp savrulan yiğitlerin çığlıkları o gürültüde kayboluyordu.
Benim artık
tutunacak takatim kalmamışken, geminin fırtına etkisinden kurtulduğunu
hissetmiştim. Sımsıkı yumduğum gözlerimi açtığımda, ömrümde görmediğim bir
manzara karşımda duruyordu. Koca kadırga, dibinden yelken direklerinin tepesine
kadar denizin içerisindeydi. Semayla hiçbir ilişiğimiz kalmamıştı adeta. Bir
yandan denizin içine gömülürken diğer yandan olduğumuz yerde dönmekteydik.
Böylesi bir girdap ne görülmüş, ne duyulmuştur. Artık kollarım tutmaz olduğunda
Kelime-i Şehadet getirip, bıraktım kendimi.
Gözümü
açtığımda ilk gördüğüm şey tepemde biten iki karartıydı. Öldüm de Münker-Nekir
hesap sormaya geldi sandım. Beni kollarımdan yakalayıp ayağa kaldırdıklarında
bunların mürettebattan Yusuf’la Mahmud olduklarını gördüm. Hava aydınlık, deniz
durgundu. Harap olmuş gemimiz olmasa, o fırtınaya yakalanmadık, diyecektik.
Yiğitlerimden dokuz tanesi kurtulabilmişti. Nerede olduğumuzu anlayabilmek için
etrafımıza bakmaya başladık. İskele tarafında bir kara parçası gözüküyordu.
Bugüne kadar gördüğüm hiçbir yere benzemiyordu. Burasının, her kıyısını
avucumun içi gibi bildiğim, Akdeniz olması mümkün değildi.
Nispeten sağlam
kalan sandallardan birine atlayıp kıyıya kadar gelebildik. Son derece öfkeli
bir halk, ellerinde mızraklarıyla bizi karşıladı, kıyıda. Bu koyu tenli
insanların söylediği tek bir kelimeyi dahi anlamıyorduk. Elimizde silah namına
ne varsa sıyırıp yere attık, düşmanlık için gelmediğimizi anlatmak için. Ellerimizi
bağlayıp şehirlerine götürdüler önce. İstanbul’dan sonra görmüş olduğum en
muazzam şehirdi burası. Saraylarının kapısına kadar geldiğimizde hayranlığımız
daha da arttı. Sanki her tuğlası bir altın külçesi, her taşı elmastı. Bizi
padişahlarının huzuruna aldılar. Yine kendimizi anlatamadık. Lakin padişahın
hoşgörüsüne mazhar olduk. Dokuz kişilik mürettebatımla beni kendi sofrasında
yemeğe davet etti. Tabi bunu sofraya götürülüp oturtulduğumuzda anladık. Garip
bir yemek kültürleri var. Domat diye bir meyve var ki lezzetini tatmadan
anlayamazsın. Uzun süren açlığımızın etkisiyle sofrada ne var ne yoksa
süpürmüştük.
Yemek sonrası
padişah da bizden hoşlanmıştı. Bu misafirperver insanlar her gittiğimiz yerde
bize muhabbet gösteriyor, biz de gösterdikleri bu muhabbeti karşılıksız
bırakmıyorduk. Padişaha hediye olarak vatanlarının bir haritasını çizmeye karar
verdim. Bir yandan çiziyor, diğer yandan da geldiğimiz yerin dünyanın ne
tarafına düştüğünü anlamaya çalışıyordum. Zira burası gittiğim hiçbir yere
benzemiyordu. Fırtınaya tutulduğumuz günden karaya çıktığımız güne kadar hesap
ettiğimde en fazla bir hafta geçmiş olmalıydı.
Bir kaç ay
sonunda padişahla rahatça sohbet eder hale gelmiştik artık. Sohbetlerimizden
birinde gemimizi buraya getiren girdaptan bahsettim. Onun buna açıklaması:
‘Dünyanın diğer ucundan açılmış bir delikten düşüp, buraya kadar gelmişsiniz.’
olmuştu. Önceleri pek saçma geldiyse de düşününce, içinden canlı çıktığımız bu
girdaba daha mantıklı bir açıklama getiremedim. Dünyanın diğer ucunun nereye
açılabileceğini düşünürken yıllar evvel karşılaştığımız Cenevizli korsanların
anlattıklarını anımsadım. Sürekli batıya giderek Hindistan’a vardığından
bahsettikleri bir adam vardı. O an beynimde şimşekler çaktı. Evlat! O herif
Hindistan’a değil, buraya gelmiş olmalıydı. O sürekli batıya giderek buraya
kadar gelmişse ben de tersini yaparak evime dönebilirdim. Derhal mürettebatımla
konuştum. Geri dönmenin yolunu bulduğumu söylediğimde sevinçten boynuma
sarıldılar. Daha sonra gemimizi onarıp, evimize dönmek üzere padişahtan izin
istedik. Buruk bir şekilde kabul etti. Nihayet geminin onarımını
tamamladığımızda, padişaha söz verdiğim haritanın çizimleri de bitmişti.
Mektubuma iliştirdiğim haritanın bir kopyasını da Padişah Montezuma’ya verdim.
Bir gün muhakkak geri döneceğimizin sözünü verdikten sonra gemimizle yeniden
denize açıldık.
Bugün, yeniden
denize açılmamızın birinci ayı. Benim durumum pek iyi olmadığından mektubu
Yusuf’a yazdırıyorum. Tekrar engin denizlerle mücadeleye girişmeyi yaşlı
bedenim kaldıramadı. Seni tekrar göremeden öleceğim sanırım, Muhiddin. Ama ben
ölsem de bu mektubun sana ulaşacağını, başıma gelenleri öğreneceğini biliyorum.
Hakkını helal et.
Kemal Reis...”
Ele geçirilen
korsanlardan birinin üzerinden çıkmıştı bu mektup. Korsan, Osmanlı
İmparatorluğu Kaptan-ı deryası’nın önünde ölüm fermanının verilmesini
bekliyordu. Kaptan-ı derya Piri Reis yazılmış olan mektubun son satırlarını
okurken gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Karşısında duran, korkudan yüzü bembeyaz kesmiş, ölümü
bekleyen adama mektubu nereden bulduğunu sordu. Kekeleyerek, kendi dilinde, aylar
önce yağmaladıkları yedi mürettebatlı bir gemide bulduğunu söyledi korsan.
Osmanlı gemisi olduğunu bilmediklerine yeminler ediyordu. Aldığı cevaptan sonra
bu herif hariç bütün korsanların katledilmesi emrini verdi, Ahmed Muhiddin Piri
Paşa. Amcasından haber getiren adama verdiği bir mükafat olarak canını bağışlamıştı.
........
Yıllar
sonra Tenochtitlan halkı şehirlerine doğru gelen başka yolcular gördüler. Bu sefer
coşkuyla karşıladılar onları. Söz verenlerin geri döndüğünü düşünmüşlerdi. Yeni
gelenler gördükleri ilgiden şaşkın bir şekilde başkentte kralın huzuruna kadar
çıkmışlardı. Montezuma yine dillerini anlamadığı bu insanları en iyi şekilde
ağırlamak istiyordu. 600 askeriyle o gün Tenochtitlan’dan sessiz sedasız
ayrılan Hernan Cortes ise aylar sonra geri gelip, tarihin gördüğü en kanlı
katliamı gerçekleştirecekti.
Gayet güzel olmuş, eline sağlık
YanıtlaSilTeşekkürler...
Sil