TOPLANTI
İçeri giren
adamın yüzünde ilk dikkat çeken şey çene kemiğine kadar uzanan bıyıklarıydı.
Çok uzun boylu olmasa da şahin bakışları ve sağlam duruşuyla savaşçı
olabileceğine dair ipuçları veriyordu. Meyhaneye giren kapının önünde birini
arıyormuş gibi bir süre içeriyi süzdü. Gülmekten kırılan meyhane sakinleri
içerisinde bir iki önemsiz tanıdık sima seçebilmişti gözleri. Çok geçmeden
aradığını bulmuş olacak, arka masalardan birinde tek başına oturan
bir adamın yanına geldi.
“-Hoş geldin
beyim. Maşallah hemen seçti gözlerin. Bu karanlıkta birbirimizi zor
bulabileceğimizi düşünmüştüm ben de.”
Orakçı Osman,
yüzünde son kahkahasından geri kalan aptal gülümsemeyi henüz silememiş olan
adamı şöyle bir süzdü. Neredeyse iki adam boyundaki bu insan azmanını gaz
lambaları sönmüş olsa bile görmemek mümkün değildi. Kocaman elinde tuttuğu
şarap testisi maşrapa gibi duruyordu. İri cüssesi, kel kafası, yara bere
içerisindeki yüzü ve vücudu her gece matizlerin birbirini doğradığı bu çirkef
yuvasına bile o kadar vahşi gelmişti ki masasına oturmaya hiç kimse cesaret
edememişti. Kosovalı Deli Hamza derlerdi ona. Adını henüz bir yeni yetmeyken,
akıncıların Tuna nehrini geçerken düştüğü pusuda verdiği mücadeleyle
duyurmuştu. Etrafında onlarca cesetle kan revan içerisinde yatarken bulunmuş,
umutsuz bir şekilde yaraları tedavi edilmişti. Birkaç ay içerisinde insanüstü
bir gayretle tekrar ayağa kalkıp akınlara kaldığı yerden devam etmişti.
“-Hoş bulduk
Hamza. Başka kimse gelmedi mi daha?”
“-Yok beyim. Kimse
gelmedi. Ben de siz gelene kadar biraz demlenip Kanije’deki hatıralarınızı
dinliyordum şu cüceden.” Az ilerdeki masanın altını işaret ederken yeniden bir
gülümseme belirdi yüzünde. Gaz lambalarının hemen hiç aydınlatmadığı yöne doğru
bakan Osman kafasını geri çevirdi. Hamza merakını yenemeyip sordu:
“-Allah aşkına
söyle beyim! Bu herifin Kanije’de olduğu doğru mudur? Akıncı mıydı bu cüce?”
“-İçeri
girdiğimde masanın üstünde olan herif değil mi bu? Bir yerlerden tanıdık
geliyor demiştim zaten. Akıncı falan değil. Hasan Paşa kaleden çıkışları
yasakladığında ayağıma sarıldıydı, çıkmasına izin vereyim diye. Yanında da
nereden bulmuşsa bir velet, ‘çoluğuma çocuğuma acı!’ deyip duruyordu.”
“-Hahaha! Bunun
bir de çocuğu mu var?”
“-Sanmam. Velet
frenge benziyordu.”
İki akıncı
muhabbetlerine devam ederken meyhane kapısından içeriye iki kişi daha girdi. Bu
yeni gelen iki kişi kalabalığın dikkatini çekmişti. Birisi yetmişlerinde bir
ihtiyar diğeri ise bıyıkları yeni terlemiş bir çocuktu çünkü. Herkesin meraklı
bakışları arasında ikili biraz etrafı süzüp insan azmanının oturduğu masaya
oturdu. Kalabalığın içerisinde masaya doğru bakan gözler Deli Hamza’ya temas
ettiğinde cesaret kırılıyor hemen başka yöne dönüyordu. Yeni gelenlerin masaya
yaklaşmasıyla diğer iki adam dizlerinin üstüne çökecek gibi olduysa da genç
adam buna engel oldu. Dört kişi masadaki yerlerini aldıktan sonra masaya bir
sessizlik hakim oldu. Sultan’ın sesi çıkmıyor, O konuşmayınca masadaki emir
kulları da ağız açmıyorlardı. Genç Sultan’ın gözü kapıdaydı. Masadakiler de
henüz gelecek birilerinin olduğunu fark edip bir süre beklediler.
Çok sürmeden
gelenin gidenin çok olduğu meyhane kapısından içeri buraya ait olmadığı her yerinden
belli olan bir adam içeri girdi. İçerideki ağır şarap kokusundan olacak burnunu
tutarak etrafına göz gezdirdi. Simsiyah sakalı düzgün bir şekilde kesilmiş,
elbisesi karanlık meyhanenin içini aydınlatacak kadar beyaz, elinde bir kitapla
ayakta duran adamın yüzünde de bir şaşkınlık bir tedirginlik ifadesi vardı.
Gitmesi gereken masayı fark edip kalabalığın içinde çekingen adımlarla oraya
doğru ilerledi. Masaya gelene kadar kalabalık içerisinde sözlü tacizlere uğrasa
da Hamza’yı görenler susup başka yöne dönüyorlardı.
Yeni gelen adam
masaya gelir gelmez selamını vermek istediyse de yine genç sultan tarafından
buna izin verilmedi. Masadaki herkesin yerini aldığından emin olan Sultan Ahmed
Han kendisinden beklendiği üzere meyhanenin uğultusu içerisinde konuşmasına
başladı:
“-Herkes tamam
olduğuna göre artık sizleri uzak diyarlardaki vazifelerinizden alıkoyup
buralara kadar çağırtmamızın sebebini açıklamanın zamanı geldi. Lakin öncelikle
birbirinizi tanıyın isterim. Vezirim Murat Paşayı Diyarbakır valiliği yaptığı
dönemlerden duymuşsunuzdur. Acem’e karşı göstermiş olduğu yararlılıklar
hepinizin malumudur. Nemçeliye Orakçı diye nam salmış olan Osman Bey’in ve
Kosovalı Deli Hamza kulumuzun da gerek pederim Sultan Mehmed Han gerek bizim
saltanatımızda katılmış oldukları akınlar destan olup diyardan diyara
yayılmıştır. Aramıza son katılan Davud Çelebi kulumuz da bir takım yetenekleri
sayesinde dikkatimizi çekmeyi başarmış ve vereceğimiz bu mühim görevi layıkıyla
yerine getirebileceğini ispat etmiştir. Şu an burada bulunmayan birkaç kişi
daha zaman içerisinde bu vazife için sizlere yardım için tarafımızdan görevlendirilecektir.
“-Vazifenin ne
olduğuna gelecek olursak; Sizlerin de bildiği gibi Devlet-i Ali Osman’ın durumu
hiç de parlak değildir. Bir yandan garbda Nemçe kafiriyle uğraşırken diğer
yanda şarktan Acemler üzerimize gelmekte. Biz dışarıdan bunlarla uğraşırken
içerden yıllardır devletin başına bela olan isyancılar iyice azıtmakta.
Pederimin vefatından sonra bizi toy bilen bu kendini bilmezler neredeyse bütün
Anadolu’yu etki altına aldılar. Şimdi bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de
payitahtta tekinsiz hadiseler vuku bulmaya başladı. İstanbul’un her köşesinde
akıl almaz cinayetler işleniyor. Bulunan ceset kadar da kaybolan insan var.
Failleri birkaç defa yakaladığımızı düşündük. Bir tanesini üç ay evvel
yeniçeriler cesedin başında bulmuşlar. Vahşi hayvanlar gibi cesedi dişleriyle
parçalayarak yediğini yemin ederek anlattılar. Katletmek için sadaretten izin
almaya geldiklerinde haberimiz oldu, gidip görmek istedik namlı canavarı. Kafesin
içindeki adamın ağzı yüzü kan içindeydi, fakat hiçbir şey hatırlamadığına
yeminler ediyordu. Süleymaniye esnaflarından biriymiş. Soruşturduk, hakkında tek
kötü söz işitmedik. Lakin şahitler, deliller aksine işaret ettiğinden müsaade
ettik asılmasına. Çok geçmedi yine başka bir adamı, sabah namazı için abdest
alanlar, eli yüzü kan içinde Fatih Camii’nin şadırvanında temizlenmek için
geldiğinde görmüşler. Bu zavallı da yine hiçbir şey hatırlamadığını iddia etse
de civarda parçalanmış bir ceset daha bulundu. Galata’da yine birçok ceset
ortaya çıktı. Lakin onlara dair ne bir şey gören var ne de duyan.
“-Biz bu
hadiselerin insan işi olmadığına kanaat getirdik. Bu hususta bir takım
araştırmalar yaptıktan sonra Mısır vilayetinden işin ehli olan bir kişiyi huzurumuza
çağırttık. Cesetleri ve failleri inceledikten sonra kendisi de endişelerimizin
yersiz olmadığını doğruladı. Onun takip ettiği bazı izler ve incelediği şehrin Rum
zamanından kalan bazı yazmalar işin ucunu şehrin altındaki bir takım tünellere
kadar götürdü.
“-İstanbul’un
altında kimsenin bilmediği zamanlardan kalan tüneller vardır. Lakin bu tüneller
insan yapısı değil. Öylesine karışık ve dolambaçlı yapılmıştır ki yolu bilmeden
ilerlemeye kalkarsanız, açlıktan ölene dek içeriden kurtulmanız mümkün olmayacaktır.
Bizim elimize geçen yazmalar karşılaştığımız bu belanın kaynağına bu
tünellerden geçerek ulaşabileceğimizi göstermekte. Lakin büyük ve tehlikeli bir
kudretten bahseden yazmalar, bu hususta başka bir ipucu vermemektedir. Sizden
beklediğimiz şehrin başına musallat olan bu belayı bulup ortadan kaldırmanız.”
İki savaşçı
Sultan’ın sözlerini kafalarında ölçüp biçtikten sonra, bu genç adamın hayal
aleminde yaşadığına karar verdiler. Lakin elden gelen bir şey yoktu. Bugüne dek
sonunu görmeden sayısız göreve çıkmış olan iki cengaver, İstanbul’un kalbine
doğru bir yolculuğa çıkacaktı. Fakat onların bu tünellerle ilgili bilgileri
halk arasında dolaşan efsanelerden ibaretti. Kimisi bu tünellerin melekler
tarafından yapıldığını ve bir ucunun ta Kabe’ye çıktığını söylüyordu, kimisi
ise bunların cinlerin, perilerin yuvası olduğunu iddia ediyor, buradan içeri
girenlere türlü belaların musallat olacağından bahsediyordu. Kendilerinden
sayıca çok üstün zırhlı süvarilerin arasına gözünü kırpmadan dalan bu yiğitler
için cin, peri neydi ki? Fakat bu yeni gelen müezzin kılıklı heriften hiç
hoşlanmamışlardı. Belli ki genç Ahmed Han’ın kafasına bu safsataları sokan bu
herifti. İki akıncının Davud Çelebi’ye bakışını fark eden Murad Paşa, destur
alarak konuşmaya başladı:
“-Bu vazifenizi
yerine getirirken Davud Çelebi’nin ziyadesiyle yardımını göreceğinizden emin
olabilirsiniz. Kendisi bir çok lisan bilmesinin yanı sıra eski yazıtlar
hususunda da uzmandır. Memleketin bir çok yerinde yapmış olduğu araştırmaları
sonucunda bazı ilimler konusunda da derin çalışmalar yapma imkanı bulmuştur.
Belki de yeni yol arkadaşlarınıza bu yeteneklerinizi göstermek istersiniz.
Eminim devletli Sultanımız da bu gösteriyi yeniden izlemekten hoşnut
olacaktırlar.”
Sultanın izniyle
geldiğinden beri kucağında olan defterini masanın üzerine koydu. Belindeki
kuşağından çıkardığı divitini de masanın üzerinde yazmaya hazır hale getirirken
konuşmasına başladı:
“-Uzun yıllar
boyu memleketin dört bir yanını gezip sayısız alimden dersler aldım. Bu
alimlerin bazıları bu dünya kadar eski olan bir ilim öğrettiler bana. Adına
ebced diyorlar. Ebced bütün varlıkların birbirine ruhen bağlı bulunduğu dünyada,
aradaki bağlantıyı hesaplayabileceğiniz bir ilimdir.”
Önündeki kağıda
bazı harfler ve rakamlar karalayarak işlemler yapmaya başlayan Davud’u seyretti
bir süre herkes. Akıncıların kafasında artık müezzinlikten falcılığa terfi
etmişti. Kendinden geçmişçesine birbiri ardına rakamları, harfleri sıralıyor,
çarpıyor, topluyor, çıkarıyordu. Bir süre sakalını sıvazlayıp sayfayı koparıp
yeni işleme geçiyordu. Nihayet defterinden kafasını kaldırdığında çıkan
sonuçtan hoşnut olmamış bir hali vardı:
“-Sultan’ım
biraz sonra meyhaneye kopuk takımından adamlar girip, Murad Paşa’nın ve sizin
canınıza kast edecek. Tam üç kere teyit ettim. Hazırlıklı olalım.”
Sözlerini
bitirdikten sonra yazı takımını toparlayıp belindeki kuşağa geri koydu. Murad
Paşa da hemen elini palasının kabzasına doğru atmıştı. Akıncılar daha soru
sormaya kalmadan ellerinde kesik baş tutan bir grup adam meyhaneden içeri
girdi.
...
(Devamı 9 gün sonra)
Yorumlar
Yorum Gönder