Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-3


TOPLANTI
İçeri giren adamın yüzünde ilk dikkat çeken şey çene kemiğine kadar uzanan bıyıklarıydı. Çok uzun boylu olmasa da şahin bakışları ve sağlam duruşuyla savaşçı olabileceğine dair ipuçları veriyordu. Meyhaneye giren kapının önünde birini arıyormuş gibi bir süre içeriyi süzdü. Gülmekten kırılan meyhane sakinleri içerisinde bir iki önemsiz tanıdık sima seçebilmişti gözleri. Çok geçmeden aradığını bulmuş olacak, arka masalardan birinde tek başına oturan bir adamın yanına geldi.
“-Hoş geldin beyim. Maşallah hemen seçti gözlerin. Bu karanlıkta birbirimizi zor bulabileceğimizi düşünmüştüm ben de.”
Orakçı Osman, yüzünde son kahkahasından geri kalan aptal gülümsemeyi henüz silememiş olan adamı şöyle bir süzdü. Neredeyse iki adam boyundaki bu insan azmanını gaz lambaları sönmüş olsa bile görmemek mümkün değildi. Kocaman elinde tuttuğu şarap testisi maşrapa gibi duruyordu. İri cüssesi, kel kafası, yara bere içerisindeki yüzü ve vücudu her gece matizlerin birbirini doğradığı bu çirkef yuvasına bile o kadar vahşi gelmişti ki masasına oturmaya hiç kimse cesaret edememişti. Kosovalı Deli Hamza derlerdi ona. Adını henüz bir yeni yetmeyken, akıncıların Tuna nehrini geçerken düştüğü pusuda verdiği mücadeleyle duyurmuştu. Etrafında onlarca cesetle kan revan içerisinde yatarken bulunmuş, umutsuz bir şekilde yaraları tedavi edilmişti. Birkaç ay içerisinde insanüstü bir gayretle tekrar ayağa kalkıp akınlara kaldığı yerden devam etmişti.
“-Hoş bulduk Hamza. Başka kimse gelmedi mi daha?”
“-Yok beyim. Kimse gelmedi. Ben de siz gelene kadar biraz demlenip Kanije’deki hatıralarınızı dinliyordum şu cüceden.” Az ilerdeki masanın altını işaret ederken yeniden bir gülümseme belirdi yüzünde. Gaz lambalarının hemen hiç aydınlatmadığı yöne doğru bakan Osman kafasını geri çevirdi. Hamza merakını yenemeyip sordu:
“-Allah aşkına söyle beyim! Bu herifin Kanije’de olduğu doğru mudur? Akıncı mıydı bu cüce?”
“-İçeri girdiğimde masanın üstünde olan herif değil mi bu? Bir yerlerden tanıdık geliyor demiştim zaten. Akıncı falan değil. Hasan Paşa kaleden çıkışları yasakladığında ayağıma sarıldıydı, çıkmasına izin vereyim diye. Yanında da nereden bulmuşsa bir velet, ‘çoluğuma çocuğuma acı!’ deyip duruyordu.”
“-Hahaha! Bunun bir de çocuğu mu var?”
“-Sanmam. Velet frenge benziyordu.”
İki akıncı muhabbetlerine devam ederken meyhane kapısından içeriye iki kişi daha girdi. Bu yeni gelen iki kişi kalabalığın dikkatini çekmişti. Birisi yetmişlerinde bir ihtiyar diğeri ise bıyıkları yeni terlemiş bir çocuktu çünkü. Herkesin meraklı bakışları arasında ikili biraz etrafı süzüp insan azmanının oturduğu masaya oturdu. Kalabalığın içerisinde masaya doğru bakan gözler Deli Hamza’ya temas ettiğinde cesaret kırılıyor hemen başka yöne dönüyordu. Yeni gelenlerin masaya yaklaşmasıyla diğer iki adam dizlerinin üstüne çökecek gibi olduysa da genç adam buna engel oldu. Dört kişi masadaki yerlerini aldıktan sonra masaya bir sessizlik hakim oldu. Sultan’ın sesi çıkmıyor, O konuşmayınca masadaki emir kulları da ağız açmıyorlardı. Genç Sultan’ın gözü kapıdaydı. Masadakiler de henüz gelecek birilerinin olduğunu fark edip bir süre beklediler.
Çok sürmeden gelenin gidenin çok olduğu meyhane kapısından içeri buraya ait olmadığı her yerinden belli olan bir adam içeri girdi. İçerideki ağır şarap kokusundan olacak burnunu tutarak etrafına göz gezdirdi. Simsiyah sakalı düzgün bir şekilde kesilmiş, elbisesi karanlık meyhanenin içini aydınlatacak kadar beyaz, elinde bir kitapla ayakta duran adamın yüzünde de bir şaşkınlık bir tedirginlik ifadesi vardı. Gitmesi gereken masayı fark edip kalabalığın içinde çekingen adımlarla oraya doğru ilerledi. Masaya gelene kadar kalabalık içerisinde sözlü tacizlere uğrasa da Hamza’yı görenler susup başka yöne dönüyorlardı.
Yeni gelen adam masaya gelir gelmez selamını vermek istediyse de yine genç sultan tarafından buna izin verilmedi. Masadaki herkesin yerini aldığından emin olan Sultan Ahmed Han kendisinden beklendiği üzere meyhanenin uğultusu içerisinde konuşmasına başladı:
“-Herkes tamam olduğuna göre artık sizleri uzak diyarlardaki vazifelerinizden alıkoyup buralara kadar çağırtmamızın sebebini açıklamanın zamanı geldi. Lakin öncelikle birbirinizi tanıyın isterim. Vezirim Murat Paşayı Diyarbakır valiliği yaptığı dönemlerden duymuşsunuzdur. Acem’e karşı göstermiş olduğu yararlılıklar hepinizin malumudur. Nemçeliye Orakçı diye nam salmış olan Osman Bey’in ve Kosovalı Deli Hamza kulumuzun da gerek pederim Sultan Mehmed Han gerek bizim saltanatımızda katılmış oldukları akınlar destan olup diyardan diyara yayılmıştır. Aramıza son katılan Davud Çelebi kulumuz da bir takım yetenekleri sayesinde dikkatimizi çekmeyi başarmış ve vereceğimiz bu mühim görevi layıkıyla yerine getirebileceğini ispat etmiştir. Şu an burada bulunmayan birkaç kişi daha zaman içerisinde bu vazife için sizlere yardım için tarafımızdan görevlendirilecektir.
“-Vazifenin ne olduğuna gelecek olursak; Sizlerin de bildiği gibi Devlet-i Ali Osman’ın durumu hiç de parlak değildir. Bir yandan garbda Nemçe kafiriyle uğraşırken diğer yanda şarktan Acemler üzerimize gelmekte. Biz dışarıdan bunlarla uğraşırken içerden yıllardır devletin başına bela olan isyancılar iyice azıtmakta. Pederimin vefatından sonra bizi toy bilen bu kendini bilmezler neredeyse bütün Anadolu’yu etki altına aldılar. Şimdi bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de payitahtta tekinsiz hadiseler vuku bulmaya başladı. İstanbul’un her köşesinde akıl almaz cinayetler işleniyor. Bulunan ceset kadar da kaybolan insan var. Failleri birkaç defa yakaladığımızı düşündük. Bir tanesini üç ay evvel yeniçeriler cesedin başında bulmuşlar. Vahşi hayvanlar gibi cesedi dişleriyle parçalayarak yediğini yemin ederek anlattılar. Katletmek için sadaretten izin almaya geldiklerinde haberimiz oldu, gidip görmek istedik namlı canavarı. Kafesin içindeki adamın ağzı yüzü kan içindeydi, fakat hiçbir şey hatırlamadığına yeminler ediyordu. Süleymaniye esnaflarından biriymiş. Soruşturduk, hakkında tek kötü söz işitmedik. Lakin şahitler, deliller aksine işaret ettiğinden müsaade ettik asılmasına. Çok geçmedi yine başka bir adamı, sabah namazı için abdest alanlar, eli yüzü kan içinde Fatih Camii’nin şadırvanında temizlenmek için geldiğinde görmüşler. Bu zavallı da yine hiçbir şey hatırlamadığını iddia etse de civarda parçalanmış bir ceset daha bulundu. Galata’da yine birçok ceset ortaya çıktı. Lakin onlara dair ne bir şey gören var ne de duyan.
“-Biz bu hadiselerin insan işi olmadığına kanaat getirdik. Bu hususta bir takım araştırmalar yaptıktan sonra Mısır vilayetinden işin ehli olan bir kişiyi huzurumuza çağırttık. Cesetleri ve failleri inceledikten sonra kendisi de endişelerimizin yersiz olmadığını doğruladı. Onun takip ettiği bazı izler ve incelediği şehrin Rum zamanından kalan bazı yazmalar işin ucunu şehrin altındaki bir takım tünellere kadar götürdü.
“-İstanbul’un altında kimsenin bilmediği zamanlardan kalan tüneller vardır. Lakin bu tüneller insan yapısı değil. Öylesine karışık ve dolambaçlı yapılmıştır ki yolu bilmeden ilerlemeye kalkarsanız, açlıktan ölene dek içeriden kurtulmanız mümkün olmayacaktır. Bizim elimize geçen yazmalar karşılaştığımız bu belanın kaynağına bu tünellerden geçerek ulaşabileceğimizi göstermekte. Lakin büyük ve tehlikeli bir kudretten bahseden yazmalar, bu hususta başka bir ipucu vermemektedir. Sizden beklediğimiz şehrin başına musallat olan bu belayı bulup ortadan kaldırmanız.”
İki savaşçı Sultan’ın sözlerini kafalarında ölçüp biçtikten sonra, bu genç adamın hayal aleminde yaşadığına karar verdiler. Lakin elden gelen bir şey yoktu. Bugüne dek sonunu görmeden sayısız göreve çıkmış olan iki cengaver, İstanbul’un kalbine doğru bir yolculuğa çıkacaktı. Fakat onların bu tünellerle ilgili bilgileri halk arasında dolaşan efsanelerden ibaretti. Kimisi bu tünellerin melekler tarafından yapıldığını ve bir ucunun ta Kabe’ye çıktığını söylüyordu, kimisi ise bunların cinlerin, perilerin yuvası olduğunu iddia ediyor, buradan içeri girenlere türlü belaların musallat olacağından bahsediyordu. Kendilerinden sayıca çok üstün zırhlı süvarilerin arasına gözünü kırpmadan dalan bu yiğitler için cin, peri neydi ki? Fakat bu yeni gelen müezzin kılıklı heriften hiç hoşlanmamışlardı. Belli ki genç Ahmed Han’ın kafasına bu safsataları sokan bu herifti. İki akıncının Davud Çelebi’ye bakışını fark eden Murad Paşa, destur alarak konuşmaya başladı:
“-Bu vazifenizi yerine getirirken Davud Çelebi’nin ziyadesiyle yardımını göreceğinizden emin olabilirsiniz. Kendisi bir çok lisan bilmesinin yanı sıra eski yazıtlar hususunda da uzmandır. Memleketin bir çok yerinde yapmış olduğu araştırmaları sonucunda bazı ilimler konusunda da derin çalışmalar yapma imkanı bulmuştur. Belki de yeni yol arkadaşlarınıza bu yeteneklerinizi göstermek istersiniz. Eminim devletli Sultanımız da bu gösteriyi yeniden izlemekten hoşnut olacaktırlar.”
Sultanın izniyle geldiğinden beri kucağında olan defterini masanın üzerine koydu. Belindeki kuşağından çıkardığı divitini de masanın üzerinde yazmaya hazır hale getirirken konuşmasına başladı:
“-Uzun yıllar boyu memleketin dört bir yanını gezip sayısız alimden dersler aldım. Bu alimlerin bazıları bu dünya kadar eski olan bir ilim öğrettiler bana. Adına ebced diyorlar. Ebced bütün varlıkların birbirine ruhen bağlı bulunduğu dünyada, aradaki bağlantıyı hesaplayabileceğiniz bir ilimdir.”
Önündeki kağıda bazı harfler ve rakamlar karalayarak işlemler yapmaya başlayan Davud’u seyretti bir süre herkes. Akıncıların kafasında artık müezzinlikten falcılığa terfi etmişti. Kendinden geçmişçesine birbiri ardına rakamları, harfleri sıralıyor, çarpıyor, topluyor, çıkarıyordu. Bir süre sakalını sıvazlayıp sayfayı koparıp yeni işleme geçiyordu. Nihayet defterinden kafasını kaldırdığında çıkan sonuçtan hoşnut olmamış bir hali vardı:
“-Sultan’ım biraz sonra meyhaneye kopuk takımından adamlar girip, Murad Paşa’nın ve sizin canınıza kast edecek. Tam üç kere teyit ettim. Hazırlıklı olalım.”
Sözlerini bitirdikten sonra yazı takımını toparlayıp belindeki kuşağa geri koydu. Murad Paşa da hemen elini palasının kabzasına doğru atmıştı. Akıncılar daha soru sormaya kalmadan ellerinde kesik baş tutan bir grup adam meyhaneden içeri girdi.
...
 (Devamı 9 gün sonra)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy