Kendine
gelebildiğinde eli yüzü kan içindeydi. Etraftaki samanlardan, yine bir ahırda
olduğunu tahmin edebiliyordu. Zaten ne zaman bilincini kaybetse, kendini ya bir
kümeste, yahut da bir ahırda bulurdu. Hatırladığı son şey ise, daima içini
kasıp kavuran açlık olurdu. Saldırdığı zavallı hayvanlardan arta kalan
kemikleri, her seferinde ağlayarak toplar, topladığı kemikleri bir çuvala
doldururdu. Sonrasında kimseye gözükmeden mezarlığa gidip, tek başına, masum
kurbanlarına bir cenaze töreni yapardı.
Aslında
hayatı hep böyle geçmemişti Bekir’in. O küçük bir kasabanın, küçük mezarlığında
bekçilik yapmaktaydı, sadece. Anca biri öldüğünde aklına gelirdi, kasaba
halkının. İşi ölülerle olduğundan sessiz, sakin bir hayatı vardı. Kasabanın
biraz dışında kalan mezarlığın hemen yanındaki kulübesinden, ancak
ihtiyaçlarını gidermek için çıkardı.
İki ay evvel,
yine bir ölü için haber vermişlerdi, Bekir’e. Ama bu seferki öbürlerinden
farklıydı. Kasabanın meşhur büyücüsü ölmüştü. Çevre köylerin hepsinde namı
vardı bu adamın. Neredeyse 100 yaşını devirmiş, büyücü hoca, yazdığı muskalarla
nice yuvaları dağıtmış, nice insanların mahfına sebep olmuştu. Kasabada hiç
kimse sevmezdi bu herifi. Zaten öldüğünü de civar köylerden gelenlerden biri evine yaklaşıp kokuyu
aldığında farketmişlerdi. Kasabanın gençlerinden üç-beş kişi, doktorla
birlikte, kapıyı kırmış; sonra tiksinerek, ihtiyarı evinden çıkarıp, bir
çarşafa sarmışlardı. Çarşafa sarılı cenazeyi Bekir’e getirmişler, arkalarına
bakmadan geri dönmüşlerdi kasabaya. Mezarlığın bekçisi, her ne kadar bu adamı
sevmiyor olsa da, görevi gereği cenazeyle tek başına ilgilenmek zorunda
kalmıştı. Bekir mezarı kazdıktan sonra çarşafın içindeki cenazeyi almak üzere
uzandığında, çarşafın dışına çıkmış el dikkatini çekmişti. Eli tekrar çarşafın
içine koyup cenazeyi mezara indirirken, büyücünün elinin, sağ kolunu
kavradığını hisetmişti. Ortalıkta kendisinden ve kucağındaki cansız üfürükçüden
başka kimse olmadığından, korkup, ölüyü boş mezarın içine öylece
atıvermişti. Cesedi, perdelikle kapatmadan, alelacele, gömdükten sonra derhal
evine gitmişti. Üzerini çıkarıp, koluna şöyle bir bakmış, el şeklinde kızarıklığı
görünce yatağına girip, yorganın altına gömülmüştü. Ertesi güne kadar da korkudan
yatağından çıkamamıştı. Sabah doktora gösterip olayı anlattığında, doktor, pek
önemsememiş merhem verip geri göndermişti onu. Lakin hekimin verdiği merhem ne
izi geçirebilmiş, ne de o günden sonra başlayan açlığını dindirebilmişti.
Yaşadığı
bu ilginç olaydan sonra annesinin kendisini korkutmak için anlattığı, obur
hikayelerinden birinin içinde bulmuştu kendini. Fakat bir farkla: artık av
değil, avcıydı. Etrafta bulabildiği, yiyecek namına ne varsa, hepsini yemişti.
Ağaçlarda meyve, toprakta sebze kalmamıştı artık. Bir kaç tavuk, bir de horozdan
oluşan kümesin tamamını bir gecede pişirmişti. Bütün bunlara rağmen karnı
sırtına yapışmış, avurtları çökük, gözleri morarmış görüntüsüyle aylardır
hiçbir şey yemeyen birini andırıyordu. Yiyecek bir şey bulamadığı zaman ise
içini kavuran ateş bütün bedenini sarıyor, o an bilincini kaybediyor, gözlerini
açtığında ise kendini kasaba halkından birinin kümesinde yahut, ahırında
buluyordu. Kendinden nefret eden mezarlık bekçisi, defalarca kendini öldürmeyi denemiş
fakat başaramamıştı. Kafasına sıktığı kurşundan sonra muhtarın kümesinde
uyanmıştı. Daha dün gece kendini uçurumdan aşağı bırakmış, sonrasında, kendini,
uyandığı bu ahırda bulmuştu.
Uçurumun
dibinden nasıl çıktığını düşünen Bekir, bir yandan da karanlıkta el yordamıyla
bulabildiği kemikleri torbasına koyuyordu. Eline geçen kemiklerden birini
çektiğinde bir şeye takıldığını hissetti. Çakmağını çıkarıp o tarafa doğru
çevirdiğinde korkudan geriye doğru sendeledi. Yerde boylu boyunca yatmakta olan
Mustafa efendiydi. Sol kolu yerinde olmayan adamın ölüp ölmediğini anlamak için
elindeki ışıkla iyice yaklaştığında, dehşet içerisinde kendisine bakan adamla
göz göze geldi. Adamcağız, dilini yutmuş gibi, ses çıkarmaktan aciz bir şekilde
ağzını açıp kapatıyor, haykırmak istiyor, fakat yapamıyordu. Bekir adamın
yüzünü görmemek için, çakmağın kapağını söndürüp, geri geri sürünmeye başladı.
Sonra ayağa kalkarak, ahırın kapısına doğru koştu. Ahırdan çıktığı anda
Mustafa’nın feryatlarını arkasından duymaya başladı. Kelimeleri bir araya
getiremeden yalnızca çığlık atıyordu adam. Önce hemen yandaki evin ışıkları
yandı, daha sonra komşu evlerdeki ışıklar yanmaya başladı. Etraftaki evlerden
yanan ışıkları farkedince, hemen karşıdaki evlerden birinin kümesine girip
saklandı, Bekir. Ölmekten korkmuyordu da, dönüştüğü iğrenç şeyin duyulacağından
korkuyordu daha çok.
Etraftan
toplanan insanlar, önce Mustafa’nın ahırına doluştu. Sonra bir kısmı yaralıyı ahırdan
evine doğru taşırken, diğer bir kısım evlerine gidip silahlarını aldıktan sonra
geri çıktılar sokağa. Bekir saklandığı yerden Mustafa’nın büyük oğlu Adem’in
doktorun evine koştuğunu gördü. Mustafa’nın her şeyi anlattığını düşünüyordu.
Saklanmanın bir yararı olmadığına kanaat getirip, çıkmak üzere
hareketlendiğinde, Adem’in evden çığlık çığlığa fırlamasıyla dikkat kesildi.
Silahlı kasaba halkı da derhal doktorun evine doğru hareketlenmişti. İçeriden
elleri kan içindeki doktorun çıktığını gördü. Ayağında pantolon, üzerinde ise
kana bulanmış bir atlet olan doktorun son gördüğünden beri bu kadar
zayıfladığına şaşırmıştı. Biraz sonra evden çıkan ışık, doktorun sağ omzundaki
kızıl el işaretine vurduğunda gerçeği anlamıştı.
Halk evinden
çıkan bu yaratığı öldürmek için, tereddüt etmeden silahlarını ateşlemeye
başlamıştı. Bir kaç el ateş edilen adam, yere düşmemiş, kasabalılardan bir
tanesinin üzerine atılmıştı. Tüfeklerin işe yaramadığını gören kasabalılar,
dipçik darbeleriyle arkadaşlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Sonunda oburu
arkadaşlarının üzerinden alabildiklerinde sırt üstü yere yatırdılar. Muhtar,
onbeş kişinin zorla zapt ettiği mahlukun üzerine çıkıp, elindeki kocaman demir
kazığı kalbinin üzerine koydu ve çekiçle var gücüyle vurdu. Oburun son
çığlığıyla birlikte Bekir saklandığı yerden çıkıp kalabalığın bulunduğu yere
geldi. Herkesin üstü başı kan içinde kalmış, sadece masallarda anlatılan bu
yaratığın etrafında toplanmışlardı. Köye sonradan gelen doktor, her zaman bir yabancı
olarak görüldüğünden, musibetliğin ondan kaynaklanması şaşırtmamıştı kimseyi.
Bir hayli
yorulan kasabalılar, evlerine dönmek üzere dağılmaya başladıklarında, mezarlık
bekçisinin orada olduğunun farkında bile değillerdi. Yalnız doktorun cesedinin
üzerinden kalkan muhtar görmüştü onu:
“-Sen gelmesen
biz sana gelecektik, Bekir. Bu mendeburu götür, ormana bir yerlere göm.
Çıkamasın bir daha deliğinden. Yarın da öğlen namazından sonra Mustafa
Efendi’nin cenazesini getiririz, hazırlıklı olursun. Sen de bir şeyler ye artık
oğlum, nedir bu halin?”
Yorumlar
Yorum Gönder