Ana içeriğe atla

Tekinsiz Vazife-2


AYYAŞ
Her gece olduğu gibi Artim’in yeri yine kalabalıktı. Diğerlerine göre küçük olmasına rağmen burası Galata’nın meşhur meyhanelerinden biriydi. Galata’nın dar sokaklarındaki izbe evlerden birinin bodrumunda bulunuyordu. İçeriye güneş girmediğinden, yosun tutmuş duvarları hemen hiç fark edilmiyordu. Zaten burayı aydınlatan 3-5 gaz lambasından başka bir şey yoktu. Etraftaki masalar ve sandalyeler daha fazla müşteri sığdırabilmek için hep küçüktü. Şişelerden masalara ve hatta tezgaha varana dek her şey en düşük kalite işçilikle yapılmıştı. Zaten her gecenin sonunda çoğu kırıldığından, bunlara gereksiz para harcamanın anlamı da yoktu. Zira şehrin bütün serserileri burada demlendiğinden hemen hiç bir gece kavgasız bitmezdi.
Kalabalık masalardan birinin üzerine çıkmış bir adam kendinden geçmişçesine bir hikaye anlatıyordu. Bu zayıf, kısa boylu, saçı sakalı birbirine karışmış adamı herkes Çolak Rıza diye çağırırdı. Sağ elini dört sene evvel Edirne’de hırsızlık yaparken yakalandığı için kesmişlerdi. Fakat kendisi akıncı olduğunu Kanije müdafaasında nemçelilerle savaşırken elinin kesildiğini iddia etmekteydi. Hatta güya akıncılıktan ayrılmasının sebebi de buymuş. O yıllarda bir şekilde Kanije kalesine yolunun düştüğü doğruydu. Babasından kalan bütün mirası kumar masasında kaybettikten sonra, yeni bir başlangıç için, yeni alınan Kanije kalesine yerleşmek üzere giden göçmenlerden biriydi. Fakat şansı burada da yaver gitmemiş kuşatmadan sonra ‘boğulursak büyük denizde boğulalım’ diyerek, İstanbul’a gelmişti. Artim’in meyhanesinde hemen her gün Kanije savaşındaki kahramanlıklarını anlatıp sarhoşları eğlendiriyordu.
“-Bir kuşatma düşünün ki beş yüz bin kişilik nemçe kafiri, beş bin kişilik müslümana karşı. Fakat öyle böyle bir ordu değil haa! Kendi melun askerleri yetmiyormuş gibi bir de envai çeşit yaratık toplayıp, getirmişler. Aslanlar, kaplanlar, sırtlanlar ne ararsan var. Her yerden saldırıyorlar. Sanki yıllardır yiyecek yüzü görmemişler. Bizim kalede yiyecek bitmek üzere. Su desen, kalmamış. Herkes sadrazam bekliyor. Hasan Paşa dedi: ‘Bu sadrazamın geleceği yok arkadaş, veriyorum ben kaleyi.’ Ben de dikildim karşısına ‘Orada dur bakalım arkadaş!’ dedim.”
“-Hahaha! Atma Rıza! Paşa’ya mı dedin?”
“-Dedim tabi ya! ‘Paşa!’ dedim. ‘Bu kale kolay alınmadı’ dedim. ‘Aç sen hele şu kapıyı. Nedir bu böyle kalenin kapılarını kapatmışsın. Kimden korkacağız? Ben şimdi yiğitlerimle birlikte çıkar dağıtırım kafirin ordusunu.’ dedim.”
“-Hadi lan oradan! Hahahaha!”
“-Hah! İşte Paşa da aynen böyle dedi. Sonra ikna ettim ama, açtırdım kapıları. Topladım akıncılarımı etrafıma, ‘Bakın beyler!’ dedim. ‘Bu bir takım müsabakası’ dedim. ‘Şimdi o meydana hep birlikte çıkacağız. Hepimiz birbirimizin arkasını kollayacağız. Hiç kimse şahsi hareketlere kalkışmasın. Ne pahasına olursa olsun kaleye adam yaklaştırmak yok!’ Bunlar bir gaza geldi arkadaş. Kapıyı açar açmaz bir çıkışımız var o kaleden. Allah Allah! O kafirler nasıl kaçışıyor sağa sola. Biz çıkmışız 1.000 atlı onlar var 500.000 kişi.”
“-Çüüş! Hahahaha! Aslanlar, kaplanlar dahil mi bu hesaba?”
“-Yok onlar hariç. Ama onları da kesiyoruz. Nasıl geliyorlar üstümüze, görseniz. Adam yağıyor resmen adam!”
“-Ulan hani kaçıyorlardı? Şimdi üstünüze mi geliyorlar?”
“-Yahu birimizden kaçan öbürünün üstüne doğru geliyor. Ne yapsın adamcağızlar? Kaçacak yer bırakmamışız ki! Bir ara iyice içlerine dalmışız. Topları üzerimize ateşlemeye başladılar. Biz durur muyuz? Daha hızlı sürdük atları. Üzerime gelen gülleleri nasıl savuşturuyorum bir görseniz!”
“-Nasıl savuşturuyorsun hakikaten merak ettim?”
“-Bozdoğanla... elime almışım bozdoğanı gülle geliyor ben geri gönderiyorum, onlar atıyor ben karşılıyorum.”
“-Ulan dün kılıç var diyordun!”
“-Savaş görmemiş adamlara olay anlatıyoruz biz de... Kaç kılıç, kaç balta, kaç bozdoğan değiştirdim o gün. Neyse biz bütün kafiri kestik. Kaleye döndük. Hasan Paşa bana bir izzet, bir ikram ‘Ver!’ dedi ‘elini öpecem’. ‘Yahu dur!’ dedim, ‘yaşlı başlı adamsın yakışır mı?’”
“-Ahahahaha! Ulan Çolak! Bir gün bir tane şu akıncı arkadaşlarından birini getir şuraya da bir de ondan dinleyelim hikayeyi.”
“-Getireceğim ulan! Hem de Orakçı Osman’ı getirmezsem, adam değilim!”
Bu isim duyulduğunda önce kısa bir sessizlik oldu meyhanede. Daha sonra ise büyük bir kahkaha koptu. Orakçı Osman İstanbul’da sadece bir efsaneydi. Osmanlı’nın Nemçe sınırlarında at koşturan akıncı beylerinden biriydi. Orakçı lakabını O’na nemçeliler vermişti. Arşidük Ferdinand yaklaşık 150.000 kişilik ordusuyla Kanije kapılarına dayandığında, kalede bulunan 2.000 akıncıdan biriydi Dalkılıç Osman. Tiryaki Hasan Paşa Türlü kurnazlıklarıyla düşmanın sinirlerini yıprattıktan sonra, bir gece baskınıyla akıncıları ordunun üstüne gönderince, uyku sersemi olan nemçeliler akıncıların en önünde at süren, önüne geleni karabelasıyla biçen Dalkılıç Osman’ı görünce, Azrail geldi sanıp, kimi bayılmış kimi de her şeyini bırakıp kaçmaya başlamış. Azrail’i orağıyla tasvir eden nemçelilerin yaptığı bu yakıştırma da üstüne yapışıp kalmış Orakçı Osman’ın.
Herkesin kendisine gülmesine alışık olan Çolak Rıza, elindeki testiyi son bir kez kafasına dikip aşağı indirdiğinde kapıyı aydınlatan gaz lambasının ışığında tanıdık bir yüz gördüğünü sandı. Bir süre gözünü kapatıp tekrar aynı yere baktığında suratı kireç gibi bembeyaz oldu. Bulunduğu masanın üstünden yavaşça sürüne sürüne inip masanın altına girerken söyleniyordu:
“-Bok mu vardı andın ismini ulan? Herif iyi sıhhatte olsunlar gibi ismini anınca ortaya çıkıyor. Allah’ım anlattıklarımı duymuş olmasın, bu geceyi sağ çıkarayım. Söz! Bir daha yalana da tövbe içkiye de tövbe. Bak bu testide kalan son yudumu da içiyorum... Tamam bir daha şarap içmek yok. Yarın da sabah namazında, yok yok, öğlen namazına anca ayılırım, Aya Sofya’ya gidip cemaatle safa duracağım.”
...
 (Devamı 9 gün sonra)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy