AYYAŞ
Her gece olduğu
gibi Artim’in yeri yine kalabalıktı. Diğerlerine göre küçük olmasına rağmen
burası Galata’nın meşhur meyhanelerinden biriydi. Galata’nın dar sokaklarındaki
izbe evlerden birinin bodrumunda bulunuyordu. İçeriye güneş girmediğinden, yosun
tutmuş duvarları hemen hiç fark edilmiyordu. Zaten burayı aydınlatan 3-5 gaz
lambasından başka bir şey yoktu. Etraftaki masalar ve sandalyeler daha fazla
müşteri sığdırabilmek için hep küçüktü. Şişelerden masalara ve hatta tezgaha
varana dek her şey en düşük kalite işçilikle yapılmıştı. Zaten her gecenin
sonunda çoğu kırıldığından, bunlara gereksiz para harcamanın anlamı da yoktu. Zira
şehrin bütün serserileri burada demlendiğinden hemen hiç bir gece kavgasız
bitmezdi.
Kalabalık
masalardan birinin üzerine çıkmış bir adam kendinden geçmişçesine bir hikaye
anlatıyordu. Bu zayıf, kısa boylu, saçı sakalı birbirine karışmış adamı herkes
Çolak Rıza diye çağırırdı. Sağ elini dört sene evvel Edirne’de hırsızlık
yaparken yakalandığı için kesmişlerdi. Fakat kendisi akıncı olduğunu Kanije müdafaasında
nemçelilerle savaşırken elinin kesildiğini iddia etmekteydi. Hatta güya
akıncılıktan ayrılmasının sebebi de buymuş. O yıllarda bir şekilde Kanije
kalesine yolunun düştüğü doğruydu. Babasından kalan bütün mirası kumar
masasında kaybettikten sonra, yeni bir başlangıç için, yeni alınan Kanije
kalesine yerleşmek üzere giden göçmenlerden biriydi. Fakat şansı burada da
yaver gitmemiş kuşatmadan sonra ‘boğulursak büyük denizde boğulalım’ diyerek,
İstanbul’a gelmişti. Artim’in meyhanesinde hemen her gün Kanije savaşındaki
kahramanlıklarını anlatıp sarhoşları eğlendiriyordu.
“-Bir kuşatma
düşünün ki beş yüz bin kişilik nemçe kafiri, beş bin kişilik müslümana karşı.
Fakat öyle böyle bir ordu değil haa! Kendi melun askerleri yetmiyormuş gibi bir
de envai çeşit yaratık toplayıp, getirmişler. Aslanlar, kaplanlar, sırtlanlar ne
ararsan var. Her yerden saldırıyorlar. Sanki yıllardır yiyecek yüzü görmemişler.
Bizim kalede yiyecek bitmek üzere. Su desen, kalmamış. Herkes sadrazam bekliyor.
Hasan Paşa dedi: ‘Bu sadrazamın geleceği yok arkadaş, veriyorum ben kaleyi.’ Ben
de dikildim karşısına ‘Orada dur bakalım arkadaş!’ dedim.”
“-Hahaha! Atma
Rıza! Paşa’ya mı dedin?”
“-Dedim tabi
ya! ‘Paşa!’ dedim. ‘Bu kale kolay alınmadı’ dedim. ‘Aç sen hele şu kapıyı.
Nedir bu böyle kalenin kapılarını kapatmışsın. Kimden korkacağız? Ben şimdi
yiğitlerimle birlikte çıkar dağıtırım kafirin ordusunu.’ dedim.”
“-Hadi lan oradan!
Hahahaha!”
“-Hah! İşte
Paşa da aynen böyle dedi. Sonra ikna ettim ama, açtırdım kapıları. Topladım
akıncılarımı etrafıma, ‘Bakın beyler!’ dedim. ‘Bu bir takım müsabakası’ dedim.
‘Şimdi o meydana hep birlikte çıkacağız. Hepimiz birbirimizin arkasını
kollayacağız. Hiç kimse şahsi hareketlere kalkışmasın. Ne pahasına olursa olsun
kaleye adam yaklaştırmak yok!’ Bunlar bir gaza geldi arkadaş. Kapıyı açar açmaz
bir çıkışımız var o kaleden. Allah Allah! O kafirler nasıl kaçışıyor sağa sola.
Biz çıkmışız 1.000 atlı onlar var 500.000 kişi.”
“-Çüüş!
Hahahaha! Aslanlar, kaplanlar dahil mi bu hesaba?”
“-Yok onlar
hariç. Ama onları da kesiyoruz. Nasıl geliyorlar üstümüze, görseniz. Adam
yağıyor resmen adam!”
“-Ulan hani
kaçıyorlardı? Şimdi üstünüze mi geliyorlar?”
“-Yahu
birimizden kaçan öbürünün üstüne doğru geliyor. Ne yapsın adamcağızlar? Kaçacak
yer bırakmamışız ki! Bir ara iyice içlerine dalmışız. Topları üzerimize
ateşlemeye başladılar. Biz durur muyuz? Daha hızlı sürdük atları. Üzerime gelen
gülleleri nasıl savuşturuyorum bir görseniz!”
“-Nasıl
savuşturuyorsun hakikaten merak ettim?”
“-Bozdoğanla...
elime almışım bozdoğanı gülle geliyor ben geri gönderiyorum, onlar atıyor ben
karşılıyorum.”
“-Ulan dün
kılıç var diyordun!”
“-Savaş
görmemiş adamlara olay anlatıyoruz biz de... Kaç kılıç, kaç balta, kaç bozdoğan
değiştirdim o gün. Neyse biz bütün kafiri kestik. Kaleye döndük. Hasan Paşa
bana bir izzet, bir ikram ‘Ver!’ dedi ‘elini öpecem’. ‘Yahu dur!’ dedim, ‘yaşlı
başlı adamsın yakışır mı?’”
“-Ahahahaha!
Ulan Çolak! Bir gün bir tane şu akıncı arkadaşlarından birini getir şuraya da
bir de ondan dinleyelim hikayeyi.”
“-Getireceğim
ulan! Hem de Orakçı Osman’ı getirmezsem, adam değilim!”
Bu isim
duyulduğunda önce kısa bir sessizlik oldu meyhanede. Daha sonra ise büyük bir
kahkaha koptu. Orakçı Osman İstanbul’da sadece bir efsaneydi. Osmanlı’nın Nemçe
sınırlarında at koşturan akıncı beylerinden biriydi. Orakçı lakabını O’na
nemçeliler vermişti. Arşidük Ferdinand yaklaşık 150.000 kişilik ordusuyla
Kanije kapılarına dayandığında, kalede bulunan 2.000 akıncıdan biriydi Dalkılıç
Osman. Tiryaki Hasan Paşa Türlü kurnazlıklarıyla düşmanın sinirlerini
yıprattıktan sonra, bir gece baskınıyla akıncıları ordunun üstüne gönderince,
uyku sersemi olan nemçeliler akıncıların en önünde at süren, önüne geleni karabelasıyla
biçen Dalkılıç Osman’ı görünce, Azrail geldi sanıp, kimi bayılmış kimi de her şeyini
bırakıp kaçmaya başlamış. Azrail’i orağıyla tasvir eden nemçelilerin yaptığı bu
yakıştırma da üstüne yapışıp kalmış Orakçı Osman’ın.
Herkesin
kendisine gülmesine alışık olan Çolak Rıza, elindeki testiyi son bir kez
kafasına dikip aşağı indirdiğinde kapıyı aydınlatan gaz lambasının ışığında
tanıdık bir yüz gördüğünü sandı. Bir süre gözünü kapatıp tekrar aynı yere
baktığında suratı kireç gibi bembeyaz oldu. Bulunduğu masanın üstünden yavaşça
sürüne sürüne inip masanın altına girerken söyleniyordu:
“-Bok mu vardı
andın ismini ulan? Herif iyi sıhhatte olsunlar gibi ismini anınca ortaya
çıkıyor. Allah’ım anlattıklarımı duymuş olmasın, bu geceyi sağ çıkarayım. Söz!
Bir daha yalana da tövbe içkiye de tövbe. Bak bu testide kalan son yudumu da
içiyorum... Tamam bir daha şarap içmek yok. Yarın da sabah namazında, yok yok,
öğlen namazına anca ayılırım, Aya Sofya’ya gidip cemaatle safa duracağım.”
...
(Devamı 9 gün sonra)
Yorumlar
Yorum Gönder