Ana içeriğe atla

Defter


Defter
12 Temmuz 2006...
Serkan ağabey günlük tutmamı söylemişti. Faydası olacağına inanıyormuş. Defterlerle ilgili anımı anlatmıştım halbuki... Belki de üstüne giderek çözebileceğimi umuyordur. Neyse bugün daha fazla yazasım yok.
12 Temmuz 2006...
Galiba biraz evvel annem gelip yemeğimi bıraktı yine. Hayal meyal bişeyler dediğini hatırlıyorum ama cevap verdim mi acaba? Bilmiyorum.
Tabak boş... Yediğimi bile hatırlamıyorum. Tok muyum acaba?
12 Temmuz 2006...
Bugün seanstan sonra Kenan’la Gülsüm geldiler. Haftaya evleneceklermiş. Beni de orada görmek istiyorlarmış. Teşekkür edip gitmeye çalışacağımı söyledim. Ama sanırım gitmeyeceğim. Yüzlerindeki acıma dolu ifadeyi en mutlu günlerinde taşımak isteyeceklerini sanmıyorum.
12 Temmuz 2006...
Son yazımın üzerinden bir hafta geçti. Serkan ağabey ne yazdığımı öğrenmek için okudu yazdıklarımı. Sohbetlerimizi seans olarak görmekten vazgeçmeliymişim. Düğüne de katılsaymışım keşke. Bir kaç tanıdık yüz görmek olumlu olabilirmiş. Bunun dışında çok beğendiğini ama az yazdığımı söyledi. Sadece sohbet ettiğimiz günler değil her gün yazmamı istiyormuş. Her gün de yazacak bir şey gelmiyor ki insanın aklına... Ha, bir de hep aynı tarihi atıyormuşum. Farkında bile değildim...
12 Temmuz 2006...
Bu tarihi bilerek yazdım bugün. Çünkü anladım ki ben hala bu tarihte yaşıyorum. Evet... Defteri yakalı tam 7 ay 19 gün oldu ama bir saat öncesiymiş gibi hala. Madem beynim bu tarihte takılıp kaldı, o zaman ben de o günün günlüğünü tutarım. Fakat o günü anlatabilmem için öncelikle dört ay öncesinden bahsetmem gerek sanırım. Bir de Büşra’dan...
Hukuk fakültesinin son sınıfındayken tanışmıştım Büşra’yla. O da aynı üniversitenin işletme fakültesinin 3. sınıfındaydı o sene. Gülsüm bizi tanıştırdıktan sonra her şey çok hızlı ilerledi. Birkaç ayın sonunda kendimi ona evlenme teklif ederken buldum. Okulu bittikten sonra onu alıp memlekete annem ve babamla tanıştırmaya getirmiştim. İşte zaten herşey o gün başladı.
Babam çok sevmişti Büşra’yı, annemse oğlunu kaptırdığı için biraz kırgındı. Kendisi böyle söylemişti ona. Güzel bir akşam yemeğinin ardından odamı görmek istediğini söyledi. Odam 5 yıl evvel nasıl bıraktıysam hala öyleydi. Etrafa biraz göz gezdirdikten sonra kitaplığıma doğru yöneldi. En üstteki raftan itibaren aşağıya doğru inceliyordu. Önce biraz çizgiromanları karıştırdı. Bu konuda zevklerimiz uyuşmuyordu pek. “DC mi; yoksa Marvel mı?” konulu ufak tartışmamız pek uzun sürmemişti. Daha sonra en alt raftaki defterler dikkatini çekti. Benim ilkokul 2. sınıftan beri yazdığım küçük, çizgili defterlerim...
“-Bu defterler de neyin nesi?” diye sordu bana.
“-Boşver şimdi onları... Anlatırsam gülersin.” dedim. Yıllarca yazdığım bu defterler artık aptalca gelmeye başlamıştı.
“-Hadi ama! Söylemezsen kendim okuyup öğrenirim.” diyerek, aradaki defterlerden birini çekti.
“-Bırak lütfen! Daha sonra anlatırım. Büşra, hayır diyorum!” Arkasında sakladığı defteri ona sarılarak almaya çalıştım, şakayla karışık kızarken. Deftere ulaşıp çektiğimde parmağını acıtmıştım. Hemen defteri yere atıp yatağa oturttum. Eline baktığımda numara yaptığını anladım ama bozuntuya vermeden devam etmesine izin verdim. Yüzünde çocukça sinirli bir ifade vardı.
“-Anlatıyor musun, anlatmıyor musun?” dedi. Gözlerimin içine bakarak.
“-Tamam, peki. Gülmek yok ama! Onlar benim rüya defterlerim.”
“-Rüya defteri ne demek yahu?”
“-Yani her gece gördüğüm rüyaları sabah kalkıp bu deftere yazıyordum demek.”
“-Ahaha! Ciddi misin? Bu harika bir şey! Hemen bi’ taneyi açıp okumam lazım.”
“-İstemiyorum okumak şimdi onları. Boşver bence. Hadi, annemlerin yanına gidelim.”
“-Hayır! Sen benim parmağımı acıttın bi’kere. Suçlusun! Şimdi o yerdeki defteri yavaşça alıp bana veriyorsun ahbap!”
“-Tamam... Sen kazandın! Al bakalım! Mutlu musun şimdi?”
“-Hımm... Bakalım neler yazmış küçük beyimiz? ‘1 Ocak 1996... Sevgili gecelik;’ Gecelik mi? Ahahaha!”
“-Gülmeyecektin ama! N’apayım? Günlük başka bi’şey ben de o zamanki aklımla bu ismin çok yerinde olduğunu düşünmüştüm.”
“-Dur bakalım okudukça daha neler bulacağız. ‘Bugün rüyamda park gibi bir yerdeydim. Böyle bir bankın üzerinde uyumuş kalmışım da deniz kenarında bir yerde uyanıyorum. Çok garipti.’”
“-Hadi ya! Öyle mi yazmışım gerçekten?” şaşırmıştım bunu duyunca çünkü gerçekten de iki sene evvel yılbaşı akşamı fazla içip eve dönemeden kordondaki bir bankta uyuyakalmıştım.
“-Evet hayatım. Aynen böyle yazmışsın. Dur bakalım biraz daha karıştıralım. Bugün ayın kaçı? 4 mart mı? Ona bakalım.” Sayfaları biraz karıştırdıktan sonra tarihi bulup okumaya başladı.
“-‘4 Mart 1996... Sevgili gecelik; bugün rüyamda içinde kocaman merdivenleri olan bir yerdeydim. İlginç olan merdivenlere masa koymaları. Bir sürü insanla beraber oradaki kağıtları dolduruyoruz. Kağıtlarda yazanlar bile aklımda...’ Ohoo bak hukukçu olacağın ta o zamandan belliymiş. Sınav soruları yazıyor burada.”
Defteri elinden alıp baktığımda şok olmuştum. Gerçekten de iki sene evvel girdiğim vizenin sorularıydı bunlar. Büşra’ya söylediğimde inanmadı tabi. Fakat sonra teker teker sayfaları çevirdik. Bir akşamda yatakta oturup koca defteri okuduk. Defterde sekiz sene sonra ne olacağı özet olarak yazıyordu. Tabi diğerlerinde de... 1997 yılının defterini açtığımızda Büşra inanmaya başlamıştı. Onunla tanışmamız, yaptıklarımız, hatta evlenme teklif ettiğim bile yazılıydı defterde. Yaşadığım ‘deja-vu’ların hepsi anlam kazanmıştı. Geleceğin sırrı avuçlarımdaydı artık.
Memleketten ayrılıp geri döndüğümüzde defterleri de beraberimizde götürmüştük. Artık her gün defteri okuyup orada yazanlara göre tedbirimi alıyordum. Kendimi fazla kaptırmıştım. Hiç kimseyi arayıp sormuyor arayanlara da başka işlerim olduğunu söylüyordum. Büşra’ya bile eskisi kadar zaman ayırmıyordum. Varsa yoksa defter... Ara ara maç sonuçları yazıyordu defterde. Bahisten inanılmaz paralar kazanıyor, fakat etrafımdaki insanları teker teker kaybediyordum.
12 Temmuz 2006...
Bir önceki gece kumar masasında defterde yazılanlara göre oynayıp ufak çaplı bir servet edinmiştim. Sabah kalkamadığımdan ancak öğlene doğru uyanıp kahvaltımı ettim. Telefonumu açtığımda dört tane cevapsız çağrı gördüm. Hepsi de Büşra’dan... Ona söz verdiğimi tamamen unutmuştum. Birlikte zaman geçirmeyeli neredeyse bir ay olmuştu ve ben ona verdiğim sözü unutup poker oynamaya gitmiştim. Hemen aramayı geçirdim aklımdan fakat önce çayımın yanında duran defterde bugün neler olacağını görmek istedim. Beni esir almıştı defter... birkaç gün öncesinde alelacele evden çıkıp iş görüşmesine gitmek için yola çıktığımda içimdeki huzursuzluğa yenik düşüp yarı yolda geri dönmüştüm. Defteri yanıma alıp otobüste okumuştum.
Masada defteri okurken çay bardağı kayıp düştü, elimden. Üzerime dökülen sıcak çayın acısını umursamadan telefona sarılıp aradım Büşra’yı. Açması biraz uzun sürdü. Nerede olduğunu sordum. Ağlayarak arabada olduğunu benim eve doğru yola çıktığını söyledi. Arabayı kenara çekmesini, benim ona doğru geleceğimi anlatmaya çalışırken, bana bugün bu işi bitireceğimizi haykırıyordu telefonda. Sonrasında defterin kehaneti yine gerçekleşmişti. Telefonda duyduğum fren sesleri, kornalar, bağırışmalar... Üzerimdeki pijamalarla kazanın olduğu yere doğru koştum. O söylememesine rağmen kazanın nerede olduğunu biliyordum. Vardığımda Büşra’yı arabadan çıkarmış sedyeyle ambulansa doğru taşıyorlardı. Sevgilimin elini tuttum. Ambulanstaki görevli bana durumu ile ilgili bilgi veriyor, hangi hastaneye gideceklerini söylüyordu ama ben bunları zaten biliyordum.
Eve döndüğümde donmuş gibiydim. Birazdan ağlayacağımı bile biliyordum. Kadere karşı gelmek istedim o an. Tutmak istedim kendimi ama gözlerimden dökülen yaşlara engel olamadım. Masanın üzerinde duran deftere gidip parçalamaya başladım. Sonra kendimi ‘bari yarını okusaydım, ona ne olacağını öğrenirdim’ diye düşünerek parçaladığım sayfaları geri birleştirmeye çalışırken buldum. Sonrasında kendime kızıp, bütün parçaları metal çöp kovamın içine attım. Üzerine çakmağımın yedek benzinini döküp, yaktım. Artık gelecekten geriye yalnız küller kalmıştı.
12 Temmuz 2006...
Bugün yine yatağının başucundayım. Durumunda hiçbir değişiklik yok. Annem aylardır hastanede yaşadığımı artık eve gitmemi söylüyor. Serkan ağabey de annemle aynı fikirde... Fakat onu bu şekilde bırakıp gidebileceğimi sanmıyorum. Herşeyin benim suçum olduğunu bilerek bunu yapamam. Acaba defterde bırakıp gittiğim yazıyor muydu? Belki de sonunda kadere karşı gelmiştim.
Sahi yarın 2007’ye giriyoruz. Acaba annemden 1999’un defterini istesem mi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsyan

    İsyan                 Konuya nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kafam allak bullak olmuş durumda... Aslında bundan bir ay öncesine kadar reenkarnasyona inanmayan bir insandım –ki hala öyleyim- ama son dönemde yaşadığım olaylar kendi kendimle çatışmama sebep oldu.                 İki hafta önce en yakın arkadaşım Hakan’la reenkarnasyonun gerçekten var olup olamayacağına dair şiddetli bir tartışmaya giriştik. Ben, bunun mümkün olmadığını söyledikçe, o, inatla eski hayatında bir Bizans tekfuru olduğun iddia ediyordu. -Zaten alelade bir adam olan çıkmamıştır, eski hayatında. İki buçuk saatlik bir tartışmanın sonunda beni, kendisine geçmişte kim olduğunu gösteren dolandırıcıya –kendisi ona üstad Deniz diyordu- götürmeye ikna etti.                  Ertesi sabah Nişantaşı'nda buluştuğumuzda b eni apartmandan bozma bir iş hanına götürdü. Böyle saçma sapan şeylere zenginlerin daha çok rağbet göstereceğini düşünmüş olacak ki arkadaş, dükkanı iyi yere açmıştı. İç

Bölüm-1 (Yıl: 1230)

            -“Hristo! Hristo uyansana tembel herif!”             -“Ne bağırıyorsun sabahın köründe manyak karı!”             -“Uyan diyorum Hristo! Stefan yok!” -”Markos’un bahçeye dadanmıştır gene, eriğe. Çıkar ortaya.” -“Baktım Hristo her yere baktım. Maria’nın Niko da yok ortada. N’olur uyan Hristo!” -“Tamam be kadın kalkıyorum! O oğlanı bulursam bacaklarını kıracağım!” -“Bir de Hristo... Gabriyel de ortada yok.” ...... Bir kaç saat sonra eli sopalı bir sürü insan kasaba meydanında subaşının etrafını çevirmiş tehditler savuruyorlardı. Zayıf, uzun boylu subaşı, kırkının üzerindeydi. “En azından artık elimizde bir isim var.” diye geçirdi içinden. “Uşak Gabriel! Zaten uşaktan başka kim olacaktı ki. Alacağın olsun Gabriyel! Durdun, durdun da böyle bir zamanda aklına geldi çocuk kaçırmak. Sahi, o kadar yıl bekledi de niye şimdi kaçırdı çocukları bu herif? Aman, hele bir yakalayıp öldürelim de hayırlısıyla, sonra nasıl olsa anlarız. Valinin kulağına gitmeden bu işi çözme

Kompartıman Cadısı

Hayatta en çok korktuğum şey karanlıktı küçükken. Evde tek başıma olduğum akşamlarda hiçbir odayı bir kerede terk edemezdim. Önce ışığı açık bırakıp küçük ayaklarımla kapıdan mümkün olduğunca çabuk çıkıp koridorun ışığını yakar, sonra odaya geri dönüp ışığı kapatır, koşarak terk ederdim içinde bulunduğum karanlığı. Bu, gitmek istediğim odaya varana kadar böyle sürerdi. Ancak yorganın altına girebildiğimde son bulurdu kalbimin çarpıntısı. Babam öyle demişti çünkü; yorganın altı güvenli bölgeydi. Babam… Zaten bu korkuları bana yaşatan da onun yaşıma bakmadan her gece anlattığı korkunç öyküler değil miydi? Önceleri cinler ve şeytanlardan bahsederdi. Sonra hayal gücünü geliştirip cehennemin labirentlerinde yolunu şaşırıp yeryüzüne çıkan şaşkın zebanilerden bahsetmeye başladı. Biraz daha sinema kültürünü geliştirdikten sonra vampirler, kurt adamlar, mumyalar… listemiz uzayıp gidiyordu. Değişmeyen tek şey yaratıkların hedefiydi. Yani ben… Daha sonra öğrenecektim ki her gece bana bu eziy